Ali BADEMCİ
DURMUŞ HOCAOĞLU
Durmuş Hocaoğlu, milliyetçilerin erken kaybettiği ve bizim gibilerin akranı olan önemli bir bilim adamımız! 1970’den sonraki gürültülü ve 12 Eylül sonrası uzun çileli dönemde çok yakınlığımız olmadı; bütün tanışıklığımız bir iki kere aynı ortamı paylaşmak! Hocaoğlu 1948 Bayburt doğumlu, 2010’da kaybettiğimize göre, 62 yıllık ömrüne çok şey sığdırmıştır. Kendisi İTÜ Elektrik Bölümü mezunu bir mühendistir; mastırı mezun olduğu bölümde yapmış fakat 1983’de aynı bölümde doktorayı tez safhasında bırakarak, İstanbul Üniversitesi Felsefe kariyerinde önce yüksek lisans sonra da doktorasını yapmış, ayrıca fizik yüksek lisansını da tamamlamıştır. Hocaoğlu’nu 1986’dan itibaren artık Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görüyoruz. Mültidisipliner akademik çalışma alanında sağlam kariyere oturan Hocaoğlu “Fizik Felsefesi, Bilim Felsefesi, Tarih ve Siyaset Felsefesi olup, muhtelif dergilerde Elektrik Mühendisliği ve Fizik gibi teknik konular yanında Bilim ve Fizik Felsefesi, Tarih Felsefesi, Siyaset Felsefesi, Din ve Laiklik v.b. konularda makaleler kaleme almış; ayrıca, muhtelif akademik toplantılara tebliğler sunmuş ve tebliğ kritikçikliği yapmış, birçok gazete ve dergide sürekli yazarlık yapmıştır.” Yayınlanmış üç kitabı bulunmakta olan Hocaoğlu’nın bu eserleri ve makalelerine http://www.durmushocaoglu.com/dh/biyografi.asp linkinden ulaşabilmek mümkündür.
Cumhuriyet tarihimizde “Türk Milliyetçiliği” veya onun özel adı “Türkçülük”ün en bunalımlı yılları 1980-2000 arasıdır; ki içinde bulunduğumuz son 15 yılda o bunalımların sonuçları ile iç içe yaşamaktayız! “Siyasi Milliyetçilik”in sür’atle inkırazı; temsil edenler ve onların muhaliflerinin yetersiz kişilerden oluşması elbette ve ehemmiyetle düşünülmeli ve üzerinde çalışılmalıdır! Yeterli insan ve bilim adamlarının plânlanarak hareketsiz duruma düşürülmesi, hattâ dışlanması gibi sebeblerin mutlaka tahlili yapılmalıdır. Milliyetçiler bu tip şeylere alışkın değildir ama, bir bilim insanı olarak Durmuş Hocaoğlu’nun önemi burada kendini göstermektedir; onun çalışmalarında siyasi milliyetçilik kuru ve tatsız tetkiklerinden ziyade bulunduğu camia ve aydın yönelişlerinin mükemmel tetkiki ve yol göstericiliği, bizce siyasetten de önemlidir! Bu yönü ile Hocaoğlu kimsenin yapamadığını yapmış ve Türkçülüğe en çok ihtiyacımız olan “Felsefî” pencereyi açmıştır. Hocaoğlu hayatının en verimli bu döneminde, şahsen siyasetin içinde bulunmak, fatura ödemek gibi sebeplerle onu iyice tanıyamamak bizim ve bizim gibiler için telafisi zor bir kayıptır; bu bakımdan kendimizi çok şanssız buluyoruz! Onun bıraktığı yeri bu kadar zaman sonra kavramak ve güç nisbetinde o tarafa yönelmek de kolay bir iş değildir; ama elde bulunan potansiyelin bunu başarması şarttır; aksi halde siyasetteki bunalım daha uzun zaman devam eder! Türkçülüğün “Feylesof”a ihtiyacı vardır; kuru tarihçilik, durgun kültür milliyetçiliği, içi boş hamaset söylemleri ve siyasi yönelmeler Türk Milliyetçiliğinin literatür oluşturmasını hiçbir şekilde başaramaz.
Hatırlarsanız 1990’larda bugünkü gibi sosyal medya imkânları yoktu; o sebeble entelektüeller “Gruplar” kurmuşlardı. İşte bu dönemde Durmuş Hocaoğlu’nu “Türklük Gurubu” içinde görüyoruz. KTÜ Öğretim Üyesi ve Halk Bilimci Kemâl Üçüncü geçen hafta “Facebook”da Hocaoğlu’nun bir konuşmasını paylaştı; arada kaynayıp gitmesin diye uzun da olsa bu metnin tamamını iktibas ediyoruz; dikkatle okuyun ve sonra da konuşalım:
Nâçiz kanaatime nazaran, işbu, anladığım ama tasvib etmediğim sebep, tipik bir akademisyen hastalığıdır; Gasset’nin ifadesiyle, “kütle insanının prototipi” olan ilim adamı, bu alabildiğince vâsî varlık sâhasında kendi dar çerçevesinin dışı ile ilgilenmez ve bu da ilim adamları ile – “aydın” demiyorum, o, farklı bir evrimleşme sonucunda ortaya çıkan başka bir organizma türüdür – “entelektüeller” – ve Gazzâlî’nin “havassul havass” olarak tavsif ettiği, elitlerin kaymak tabakasının kaymak tabakası hükmünde olan pek ziyâdece mahdut entellektüel ilim adamları – arasındaki en temel farkların temelini oluşturur ki bu fark da şudur: Entellektüel, üstüne vazîfe olmayan işlerle (de) uğraşır, hattâ alelekser halde vâki’ olduğu üzere, muacceliyyet kesbetmeleri hâlinde, bu gibi işleri herşeyin önüne alır. Nedir “üstüne vazîfe olmayan iş” derseniz kestirmeden söyleyeyim: Resmî vazîfesi ve/veya mesleği îcabı iştigal etmesi zarûrî olmayan şeyler. “Ne gibi” denirse, derim ki, meselâ, bütün mesâîsini kariyerine tahsîs etmek ve ünvan almağa hasretmek yerine, millî ve insânî meselelerle amatörce değil profesyonelce, hem de eni-konu profesyonelce iştigal etmek gibi; hiçbir vakit doçentlik veya profesörlük dosyasına koy(a)mayacağı çalışmalarla uğraşmak gibi ve bir de tabiatiyle, tanrıların gazabını celbetmekten çekinmeyip yürekli davranmak ve risk almak gibi. Ama akademisyenlerin ekseri kaahırası bu gibi işlere burunlarını sokmazlar ve hemen-hemen bütün dünyada, bu “sınıf”ın – aslında “zümre” (estate) olmalı – mensupları hep böyle yaparlar. Bunun içindir ki, akademisyenler, istisnâî hâller hâriç, iyi bir ücret, iyi bir çalışma zemîni ve benzeri gibi mesleği için gerekli imkân ve vasatı te’mîn eden hemen-hemen her memlekette ve her rejimde çalışırlar ve servis verirler. Entellektüeller – ve tabiî, entellektüel ilim adamlarını öncelikle kastediyorum – bunu yapmazlar; zîra, entellektüel, seçme yapar ve fazladan olarak bir de kavgaya girer, çünki, her entellektüel gerçekte bir savaşçıdır. Entellektüeller, ve bilhassa entellektüel ilim adamları, ayrıca, “sâir” ilim adamlarının aksine, felsefe ile de – hani şu boşboğazlık addedilen felsefe var ya, işte o – uğraşırlar, hem de ciddî sûrette ve bu da onların kendi sahâlarında yaratıcılıklarını arttırır. Çünkü hakîkat hâlde, her saf ilim – “transandantal ilim”, yâni, kendi gayesini kendi içinde taşıyan, ne kadar ulvî olursa olsun başka hiçbir gayeye hizmet etmeyen ilim – zâten, en azından “bir tür” felsefedir; fakat, böylesi bir felsefe “naif”tir ve Moliere’in Monsieur Jourdaine’inin nâsir olduğunu bilmeden nesir yapması gibi, filozof olduğunu bilmeden felsefe yapmağa benzer, lâkin yetersizlik ile mâlûldür – yine de iyi birşeydir, ama yetmez, yetebilemez. Yetebilemez, çünki, her ilmin arkasında bir felsefe vardır ve dahi, felsefesini bilmediğiniz şey, bilmediğiniz şeydir.
Cür’etkârlığımı lûtfen bağışlayınız, ama devam etmek mecburiyetindeyim.İşte, bütün bunlardan mütevellid, ilim adamları kendilerini çok mühimserler ve çok mühim insanlar olduklarını, ama kadr ü kıymetlerinin bilinmediğini söyler dururlar; fakat hakîkat hâlde, zannettikleri kadar mühim insanlar değillerdir. Bir kere, Duverger’nin “zekâ mesleği” olarak târif ettiği “entellektüel” sınıfına dâhil değillerdir ve inanınız, vasat herkes akademisyen olabilir ve ünvanın son noktasına kadar da gidebilir; çünki, hiçbir olağanüstü zekâ ve çalışkanlık îcap ettirmeyen bir meslektir icrâ ettikleri – ve söz gelimi iyi bir aşçı veya iyi bir şoför olmaktan daha zor değildir. Beri yandan, ilim âlemine katkıları mikro seviyede olduğundan, ilmin ilerlemesinde lokomotif vazîfesini onlar îfâ etmezler; onların statüsü, Kuhn’un “olağan ilim” (usual science) kavramına dâhil edilebilir. Ve bir de, bu gibi ulemâ, aynı zamanda – bâlâda zikredilen “üstüne vazîfe olmayan işlere burnunu sokmamak” prensibine sofuca sadâkatlerinden dolayı da – mesâili milliyye ve mesâili beşeriyye bahislerinde tenhada veya kapalı meclislerde konuşurlar, ama kamuya açık mahallerde yüzleriyle ve hele bilhassa neşir organlarında adları ve imzalarıyla fikir beyan etmekten de – “be deryâyı menâfîi şumârest/eğer hâki selâmet der kenârest” prensibi kavlince – dikkatle içtinab ederler ki bunların “milliyetçi”leri dahi öyledir; en fazla, dostlar meclisinde şöyle derler: “Çok üzülüyorum, ama el(im)den ne gelir?” Bir bakıma doğrudur da; evet, elinden ne gelir garibimin, birikimi yoktur ki; faraza bir fizikçi ise, etrafında nelerin olup-bittiğini farketmenin, sub-atomic partiküllerin çapını-çeperini bilmek kadar, hattâ yerine göre daha da fazla, ehemmiyet kesbettiğini düşünmemiştir bile – hem sonra “işi” de değildir üstelik; O’nun işi, laboratuarında sabahlamak, veya masaya kapanıp kâğıt tomarlarının arasında kayboluncaya dek teorik çalışmak, yayın yapmak, meslekî konferanslara katılmak – ki bu da en iyisidir – ünvan almak, ders vermek ve bir de ek ders ücret listelerini doldurmak “filân”dır. Fakat bir bakıma da yanlıştır ve hattâ yalandır da; yanlıştır, çünki münferiden elinden birşey gelmeyeceğini düşünenler – ki aslında gelir – bir araya gelince ne kadar muazzam bir baskı gücü oluşturabileceklerini bilmiyorlardır ve yalan faslı da bu noktada başlar: Yalan, çünki, içlerinden üç-beşi yüreklenip yola çıksa arkalarından çok kişi gelecektir.
Hulâsayı kelâm; fikrimce bu gruptaki “Türklük” sıfatı ziyâdesiyle zâit olmaktadır; eğer ki “Türklük” ile murat “Türkoloji” veya ona mümâsil başka birşey ise, bu defa da lüzumsuz bir işgüzarlık olmaktadır, çünki bu iş için Türk olmak hiç de îcap etmyior, zâten babası ecnebîler ve hattâ bugün dahi muhtemelen en iyisi onlar – niçin Türkçe’nin etimolojik lûgatını Tietze yapıyor ki,değil mi? Cür’etkârlığımı lûtfen bağışlayınız; demek istediğim şudur ezcümle:Lûtfen, “üstünüze vazîfe olmayan” işler ile iştigal ediniz ve cessur olunuz; bırakınız, doçentliğiniz, profesörlüğünüz biraz ertelensin. Kendimi nümûnei timsâl addediyorsam nâmerdim, ama söylemek zorundayım: Yardımcı doçentlikte oniki senem dolacak, tabiî ki o kariyer için de çalışıyorum, ama öncelemiyorum; meselâ, şu son iki sene içinde, herbirisine aylarca çalıştığım üç makale yazdım, hiçbiri doçentlik dosyasına konamaz; bunların ilk ikisi milliyetçilik üzerinedir, birisi de “Batı’nın ikinci yüzü” üzerine[*]. Bunların yerine pekâla kariyer makalesi de yazabilirdim – birisi şu anda Sn. Kemal Üçüncü’de olan kritiğini beklediğim bir taslaktır, iki tâne de tezgâhta var. Min gayri haddin, derim ki siz dahi öyle yapınız; hattâ mesâinizi iki katına çıkarınız lûtfen, lûtfen daha az uyunuz, lûtfen yorulunuz, hattâ sağlığınız bozulsun, hattâ çökünüz; çünki bu ülkenin size ihtiyacı var!. “Çok üzülüyorum, ama el(im)den ne gelir?” demeyiniz; e(liniz)den çok şey gelir.
Tekrar ediyorum, muhteremler: Bu ülkenin size ihtiyacı var. Benim ülkemin dağlarında benim yaşımın üçte birindeki gençlerin binlercesi, âsî Kürtlerin kurşunlarıyla şehid oldu ve oluyor; sizden şehid olmanızı istemiyorum, aşırı çalışmaktan bahsediyorum, “hüznü umûmîyi bâisi şekvâ” yapmanızı istiyorum; dertlenin, gam çekin, sizin cihadınız budur.Ülkem alevler içinde, iktidar ise ihânet içinde; Türkiye’yi boş arazi farzedenler ellerine cetvel alıp yer seçiyorlar; Türkler bir fay hattı gibi enerji topluyor, ama o enerjiyi en isabetli bir şekilde kanalize edip boşaltacak liderleri yok ve onlar da serseri mayın gibi yalpalayıp duruyorlar; anamız vatan ve babamız devlet dara düştü, biz evlâtlarından istimdadda bulunuyor; genç askerlerimiz kan bedeli ödüyor, bizim ödeyeceğmiz bedel ise “ilmi ile âmil er kişi” olmak.“İlmi ile âmil er kişi” olmak!Çok şey mi istedim?Ülkemin sizlere/bizlere olan ihtiyacı zirve noktasında; eğer bu iş bir adım daha ileriye giderse sizleri/bizlerin ehemmiyeti ikinci plana inecek; savaşçıların ehemmiyeti ön plana çıkacak çünki. Ve çünki, Türkler ya kuzu gibi boyunlarını satıra uzatacaklar ya da…. ya da, ancak şiddetin çözeceği bir kör noktaya tıkıldıklarını farkedecekler ve kıyama kalkışacaklar.
Türklük Grubu’nun pek muhterem üyeleri;
Hâlimi arzettim; böyle düşünüyordum, böyle yazdım, başkası riyâkarlık olurdu. Sizleri kaybetmek değil, kazanmak istiyorum; ama yine ve herşeye rağmen, söylemeliyim ki, tuttuğunuz yol tepeden tırnağa yanlış. Eğer ki böyle gidilecekse de grubun adını değiştiriniz lûtfen; çünkü içini dolduramıyorsunuz ve o mübârek ada da yazık ediyorsunuz. Bu bir vebâldir; hiç olmazsa o vebâle girmeyiniz.Yabancı lisan meselesine de temas edecektim ama vakit kalmadı; şu anda saat sabahın 09.20 civarı, bütün gece çalıştım ve bugün saat 13.00’de de Dil Felsefesi dersi imtihanım var; üstelik henüz soruları dahi hazırlamış değilim; muhtemelen sıfır uyku ile fakülteye gideceğim, hemen her vakit yaptığım gibi. Şimdilik çok kısaca şunu demek isterim; Prensip olarak sizlerle beraberim, ama sadece prensip olarak ve bu da şu demek: Şahsen, ülkemde “el’ân cârî” olan Türkçe ile bir yüksek kültür ve medeniyet inşâ edilemez; bu Türkçe böyle şeyler için sûreti kat’iyyede elverişsizdir ki bu vazıyette elsinei ecnebiyeye çok büyük bir sempati ile bakıyorum. İşin bir de bu tarafını tefekkür edelim; ne dersiniz?
Hâmiş: Birkaç gün evvel bir üye arkadaşımız, şu sırada “piyasa”da endam arzeden bir Taraf yazarı kendini beğenmiş bir yeni yetmeden bahsetti; zannımca Rasim Ozan Kütahyalı idi bu şahıs ve bir de teşhis edemediğim bir “eski” ülkücüden de bahsedildi. Birincisi için şunu söylemek isterim: Üç kitap okumadan otuz üç kitap yazan bu gazeteci makulesinin hemen tamamı böyle değil mi? İktisatçılar “kötü para iyi parayı kovar” derler, ama hangi ekonomide? Elbette kötü ekonomide. İşte, Türkiye’nin “entel(lektüel) pazarı” da böyle; akıl hocası, filozofu – Platon’un verdiği ad ile “filodoks”u – bu gibi eşhas olan bir memleketten ne hayır gelir? Başbakanınızın fikir danıştığı kişiler kimler? Kibariye! Eh haydi hayırlı olsun! Peki neden böyle? “Neden”lerin en başında geleni, hiç şüphesiz, laboratuarında sabahlamaktan, veya masaya kapanıp kâğıt tomarlarının arasında kayboluncaya dek teorik çalışmaktan, yayın yapmaktan, meslekî konferanslara katılmaktan, ünvan almaktan, ders vermekten, ek ders ücret listelerini doldurmak “filân”dan başka bir işle ilgilenmeyen, en fazla, “çok üzülüyorum, ama el(im)den ne gelir?” diye timsah gözyaşları döken “kütle insanının prototipi” olan ilim adamları! Nitekim, bakınız bu memlekette yüzeli üniversite var, ama gündemi birkaç “adet” köşe allâmesi belirliyor ve herkes de onların belirlediği gündemin peşinden tıknefes koşarak yetişmeye çalışıyor. “Böylesi iyi” diyorsanız, tam gaz devam! Sürçi lisânım için af talebimle birlikte, hürmet ve muhabbetlerimi kabûl ediniz, lûtfen.
Esen Kalın.