KUZU
Halim KAYA
Hikmet Doğan’dan yazmış olduğu “Kuzu” romanının sosyal medyada ki tanıtımıyla haberdar oldum. Kendisi 1954 Malatya Doğanşehir kazasının Fındıklı Köyünde doğmuştur. Kitapta belirtmese de büyük ihtimalle ülkücü şehidimiz Ertuğrul Dursun Önkuzu ile okul arkadaşıdır. Nitekim 1948 doğumlu olan Ertuğrul Dursun Önkuzu 23 Kasım 1970 tarihinde şehit edilmesi ve 1977 yılında bu okula başlayan Hikmet Doğan her ne kadar Ertuğrul Dursun Önkuzu ile aynı yaşıt olmasalar da, aynı dönemde olmasa da Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulunda okumuşlardır. Demek ki “Kuzu” romanını yazan Hikmet Doğan’ın Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulunda okurken Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun şahadeti hakkında duydukları dikkatini celbetmiş ve yıllar sonra bu romanın çıkmasına vesile olmuştur.
Hikmet Doğan öyle şuurlu Ülkücü-Milliyetçi bir aydın ki yazmış olduğu “Kuzu” romanının Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun şahsında bütün Türk İslam Ülküsü şehitlerine ithaf etmiştir. İlk etapta teknik bir alanda eğitim almış ve yıllarca bu konuda üniversitelerde ders vermiş bir kişinin edebiyat alanında nasıl bir durum arz edeceği aklımıza takılmıştır. Ancak kitabı okumaya başlayınca gayet başarılı bir anlatım ile eserini ortaya koymuş olduğunu gördüm. Zira okumaktan kendimi alamadığım gibi gözyaşları içinde olayların geçtiği yerlerde kah oraya kah buraya koşturdum.
Hikmet Doğan’ın basılmış olan son kitabı “Kuzu” Aralık 2022 tarihinde Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları arasından birinci baskısını yapmış. Hikmet Doğan “Kuzu” romanını bir “Önsöz” başlamış yaptığı araştırmalar ve Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun birinci derece akrabaları ile döneminin şahitleri arkadaşları ile yapılan görüşmeler sonucu elde ettiği bilgileri imbikten süzerek romanlaştırdığını ve romanın “Ekler” ile birlikte 528 sayfadan müteşekkil olduğunu da ifade etmemiz gerekir. Yazarın bu kitaptan önce teknik makaleler ve teknik kitaplarının yanında 4 tane de ders kitabı yayınlanmış, ancak edebi alanda ilk eseri “Siyün-Bike” romanı ve yine tiyatro dalında “Hesaplaşma” adılı eserleri “Kuzu”dan önce yayınlanmıştır. Ayrıca yayınlanmaya hazır bir de Batı ve Türk tarihini her yönüyle sorguladığı “Ama Hangi Türk” adlı bir çalışması mevcut olduğunu kısa özgeçmişinden anlıyoruz.
Dursun Önkuzu!yu hazırlayan geçmişi işlerken Türklerin Çağlar boyu göstermiş olduğu kahramanlıklar ve Türk devletlerini kuran kahramanların yalnız olmadığını onları en az onlar kadar kahraman Türk kadınlarının desteklediğini ve bu kahramanların ahvadı olarak Dursun Önkuzu’nun 1948-1970 yılları arasında canını ortaya koyarak vatanı uğruna aynı kahramanlığı gösterdiğini görüyoruz.
1942 de Başbakan olunca “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal (en azından) bir vicdan ve kültür (hars) meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız.” (S:27-28) diyen Şükrü Saraçoğlu bu sözünde iki yıl sonra 1944 yılında “Türkçülük ve Turancılık” davasında dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile Sait Bilgiç, Hikmet Tanyu, Alparslan Türkeş, Orhan Şaik Gökyay, Hüseyin Nihal Atsız, Fethi Tevetoğlu gibi isimlerin aralarında bulunduğu 25 kadar önde gelen Türk Milliyetçisi aydına “Tabutluklar”da işkence yapılmasına göz yumuyordu. 1946 yılında Başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalan Şükrü Saraçoğlu için söz başka fiil ve icraat başkaymış. Demek ki insanın söylediklerine değil yaptıklarına bakmak gerekiyormuş. Ne demişler “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.”
Hikmet Doğan’ın “Türksevmezler” (S:27) başlığı ile yazdığı ve roman konusunun geçtiği sosyal hayatın ve toplumsal ortamın nasıllığı hakkında bilgi verdiği, “Türksevmezler” kelimesini ilk bakışta yanlış yazıldığını ve doğrusunun “Türk’’ü sevmezler” olması gerektiğini düşündüm. Ancak bölümü okuyup daha sonra kelime üzerinde yeniden düşündüğümde Hikmet Doğan’ın bu kelimeyi bir isim olarak kullandığını ve Dünya’da ve Türkiye’de Türk’ düşman olanların hepsini isimlendirmek için “Türksevmezler” dediğine kanaat getirdim. “Türksevmezler” başlığı altında Türk tarihinde Türk’e yapılmış zulüm ve katliamların ifade edilmesi bakımında yazının kalitesini tartışmak abes olur. Gayet güzle bir yazı olmuş, sosyal bilim uzmanlarına taş çıkarı mahiyette bir yazı. Ancak Hikmet Doğan’ın “Türksevmezler” başlığı altında romanın sosyal ve siyasal ortamını anlatmak için yapmış olduğu analizler sanki romandan bir parça değil de bu günden geçmişe bakan siyaset bilimi uzmanının bir değerlendirmesi ve yorumu bir makale gibi olmuş, keşke bu analizleri bu günden geriye bakan bir üslupla değil de daha o günden ve romanın içinden bir kahramanın ağzından anlatan bir anlatım ile anlatsaydı.
Zaman zaman anlatılan olay hakkında bilgi verilirken sanki anlatım roman tarzı anlatım olmaktan çıkıyor parantez arası bir bilgi veriliyormuş intibaı veriliyor. “O zamanlar Anadolu’da; kızlar evlenirken bir yaş sınırı ya da evlenme çağı diye bir durum yoktu.” (S:40) diye başlayan paragrafta “O zamanlar” ifadesiyle romanın yaşandığı zamandan çıkılmış ve bu günden o zamana romanın yaşandığı vakte giriş yapılarak okuyucuya bilgi sunulmaktadır. Roman içinden birinin ağzı ile bu anlatılsa “Bizim memleket de adettir.” diye girilip ülkemizdeki o an ki genel temayül anlatılabilirdi. “Sen öyle zannet, Türk tarihinde devlet kuran Türk kızları var, haberin var mı?” (S:50) cümlesi ile başlayan paragrafta da tarihi bilgiler verilmekte ancak roman karhanı tarafından bir başka roman kahramanın anlatılıyor olması ile yukarıdaki durumdan farklı durum ve romanın olay akışını kesip akışını bozmayan bir üslup oluşturmuştur.
Hikmet Doğan’ın Kuzu romanında Dursun Önkuzu için çizmiş olduğu kişilik ve karakter profili; hayvan sever, tabiata saygılı, çok hareketli, çevresinde sevilen, dindar ve inandığı gibi yaşayan dinin emirlerini hayatına tatbik ederek ibadetlerini yerine getiren, konunun uzmanlarının olduğu ortamda iyi bir dinleyici, dinlerken çok detaylı notlar alan, çok konuşmayan ancak konuşması anlatması gerek yerde ve kişilere gerekli konuşmaları yaparak bilgi birikimini paylaşan, milliyetçi, paylaşmayı seven kimsesizler ile ekmeğini paylaşan bir insan tipidir.
Dursun Önkuzu’nun kız kardeşleri Ortaokul öğrencisi Samiye, ilkokul öğrencisi Kadriye ve henüz okula gitmeyen Zübeyde’yi ihmal etmiyor, ülkü ocaklarından dinlediği seminerlerde edindiği dini ve milli duyguları besleyen bilgileri kardeşlerine de aktarıyor. Bir gün yine Zile Genç Ülkücüler Teşkilatında dinlediği tarihçinin anlatmış olduğu Türk tarihi şile ilgili seminerden edindiği bilgileri aktarırken söze “Bu Millet var ya çok büyük bir millet.” (S:86) cümlesiyle girmesi üzerine daha okula bile gitmeyen en küçük kız kardeşi “Hangi millet Abi?” diye sorar. Diğer büyük kızlar Zübeyde’ye acele ettiği için kızsalar da Dursun Önkuzu kardeşlerinin önünü alarak “Bu millet tabii ki Türk milleti’dir.” (S:87) diyerek cevap veriri. Burada iki ders vardır dah ilkokula bile gitmeyen 5-6 yaşlarında bir çocuk “Bu milletin” kim olduğunu merak etmesi ve sorgulamayı akıl etmesidir ki burada aslında Türk milletinin bütün fertlerinin atalarını ve şeceresini bilmesi gerektiğine işaret vardır. İkincisi günümüze gönderme yapılarak adsız ve kimliksiz bir toplum izlenimi verilmek istenen Türkiye’de yaşayan Türklerin kimliklerinin “Bu millet” gibi meçhul öznelerle geçiştirilemeyeceği ifade edilmeye çalışılmakta ve Türk Milleti vurgusu yapılmaktadır.
Hikmet Doğan’ın “Kuzu” romanında zamanın ortam ve sosyal hayatı hakkında bilgi vermesinin yanında zaman zaman romanın Dursun Önkuzu’yu anlatımını keserek Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu (S:75), Türk Ocağı (S:99), Galip Erdem (S:116) ve Dündar Taşer (S:139) gibi konularda bilgi vermesi insanı roman okuyor duygusundan çıkararak sanki bir belgesel seyrediyormuş hislerine kapılmasına sebep olmaktadır. O an yüklenmiş olduğu manevi haz atmosferinden çıkıp kupkuru bir bilgi atmosferinde sadece bir maddi cisim olarak ortada kala kalmaktadır.
Hikmet Doğan İstanbul Teknik Üniversitesi Hocası Bedrettin Bey’e tarihi Türk Ocağı Genel Merkez binasının konferans salonunda anlattırdığı “Türk Kimliği ve Türk Milleti Nasıl Bir Millettir” başlıklı konferansta çok önemli ve ilk olarak duyduğum bir tespit yapmaktadır. “Aslında töre dediğimiz şey kişilerin, aşiretlerin tatbik ettikleri kurallar manzumesi değildir. Töre Türk tarihinde devletin uymak zorunda olduğu anayasadır. Hukuk düzenini dünyada ilk defa kuran Türkler’dir ve o anayasanın ismi de “töre”dir.” (S:104) diyerek tespitini yaptıktan sonra bu durumun başka milletlerde ortaya çıkışını da ilk olarak İngiltere’de 1215 yılında Magna Carta ile olduğunu ifade ederek “Oysa Türkler milattan önce Töre’yi devlet hayatına sokmuştur. Demek ki hukuk Türk tarihinde dünyada ilk defa başlatılan bir kavramdır.” (S:105) diyerek iddiasını ortaya koymuştur. Zaten daha önceki sayfalarda da Türklerin tarihin en eski milletlerinden olduğunu ancak Fransa, Almanya, İtalya gibi batının uluslaşmış milletlerini 16. Ve 17. Yüzyıla tarihlemiştir. Türk Runik yazısının da Milattan önce 18 bin yıl evvelinden beri var olduğunu da söyleyerek zimmî de olsa Türklerin okuyan ve yazan bir millet olduğunu da ifade etmiş olmaktadır. Aslında Bedrettin Bey derken bu konuşmanın Hikmet Doğan’ın hayal ürünü olduğunu düşünmüştüm ancak Bedrettin Bey’in konuşmalarından oluşturulmuş yazının bittiği sayfadaki dip nottan anlıyoruz ki bu konuşmayı Bedrettin Dalan yapmıştır. Hem de bu konuşmayı günümüzde faaliyette olan ve Bedrettin Dalan’ın Mütevelli Heyet Başkanı olduğunu bildiğim Yeditepe Üniversitesinde yapmıştır. Hikmet Doğan’da bu açılış konuşmasından uyarlayarak “Kuzu” romanına almıştır. İyide etmiştir. Çünkü ben Bedrettin Dalan için pek müspet düşünmezdim. En azından bu konuşmanın ona ait olması dolayısıyla bu peşin hüküm biraz olsun yumuşadı, ayrıca kuruluşundan beri takibimde olan Yeditepe Üniversitesinin özellikle Tarih konusunda yapmış olduğu çalışmaları da düşününce Bedrettin Dalan hakkındaki olumsuz kanaatim değişti.
Hikmet Doğan “Kuzu” romanının kurgularken sadece görüştüğü kişilerin anlattıkları ve Dursun Önkuzu ve Ülkücü gençlerin yaşamış oldukları olayların anlatımı ile yetinmemiş seminer ve Ülkü Ocakları sohbetleri vs. gibi faaliyetlerde Türklük, ülkücülük ve Türk tarihi üzerine anlatılanların konusu olarak çok detaylı ve ilmi bilgileri aralara serpiştirmiş ve kitabı sade bir roman olmaktan çıkararak ülkücü eğitim kaynağı haline getirmiştir. Kitapta Bedrettin Dalan’dan, Galip Erdem’den, İbrahim Kafesoğlu’ndan vs. parçalar gayet ustalıkla seminer ve sohbet konusu olarak işlenmiş ve romana yerleştirirlmiştir.
“Onun işi gücü Türkeşçiliktir! Çocukları başına toplayıp, durmadan bir şeyler anlatır, sonra da alır, ya Müftü’nün yanına ya da camiye götürür. Kızla karıyla işi olmaz.” (S:227) Hikmet Doğan bu cümlelerle Dusun Önkuzu’yu anlatmıştır ancak asıl anlatmak istediği Ülkücülerinin tamamımıdır. Bütün ülkücülerin hareket noktası dinini diyanetini bilen yaşayan ve Türklük milli şuuru ile vatanına milletine sevgiyle bağlı bir gençlik olmak ve çevrelerini bu minval üzere yönlendirmektir. Onla vatan ve millet sevgisiyle uğraşmaktan kendilerine eş olacak bir kız bile seçmeyi akıl edememiş kendilerinden geçmişlerdir. Demek ki ülkücüler sekülerizmi bilmeyen dini İslam üzere hareket eden bir felsefeye sahiptiler eğer bu gün bazı ayrık otları çıkmış ise o da kendini yetiştirememiş insanların dış mihrakların oyununa gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu davanın fikir temellerini atanlardan birisi olan Nihal Atsız demişti ki bütün Türkler birlik olup Turan kurulunca diğer farklı din ve inançta olan Türklerde İslam dinine isteyerek girecekler ve dini bütünlük de sağlanacak.
Biliyorsunuz ki Galip Erdemin bir sözü var. “Bizler davayı Ağrı dağının zirvesine çıkaracaktık. Bin zahmet ve acılar çekerek tırmandık. Zirvede sevincimiz sonsuzdu. Ama bir noksanımız olduğunu fark ettik. Davayı dağın eteklerinde unutmuştuk. Meğer biz davayı değil kendimizi dağım zirvesine çıkarmıştık.” Bu sözün kendisinde tecelli edip etmediğini öğrenmek isteyenler. Hikmet Doğan’ın yazmış olduğu Ülkücü Şehit Dursun Önkuzu’nun ülkücü hayatını anlatan “Kuzu” romanını okuyarak kendilerini mihenk taşına vursunlar. Baksınlar ülkücülükleri yola çıktıkları safiyet ve samimiyette mi, yoksa ülkücülükten başka her şeye benzeyen ucube ahlak ve ülkücülük anlayışlarıyla kendilerini mi kandırıyorlar, yoksa etiket olarak ülkücülüğü kullanarak milletimi kandırıyorlar.
Hikmet Doğan Dursun Önkuzu’nun ağzından Ülkücüleri yanlış anlatan ve ülkücülerin üzerine yıkılmaya çalışılan Sivas, Maraş Çorum olayları dolayısıyla varmış gibi sunulan Alevi düşmanlığının Türklük ortak paydasından yola çıkarak Ülkücülerin Alevi düşmanlığının olmadığını ve dejenere olmamış Türkler olarak Alevileri sevdiklerini anlatarak halletmeye çalışmış ve ülkücülerin Alevilerle ilgili hiç bir problemlerinin olmadığı ortaya koymuştur. İkinci bir mesele olarak da Alevilere atılan Mumsöndü iftirasının asılsızlığını Osmanlıda harem olayından örnekler vererek çarpıtılarak Harem’in anti propaganda ile nerdeyse porno ortamı olarak lanse edilerek nasıl iftiraya dönüştüğünü ve cem törenlerinde dönülen semah için ifade edilen müzikle dönerek ibadet mi olur yanlış düşüncesine yıkmak için de Sünni bir tarikat olan Kadirilerin zilli def ile zikir yaptıklarını anlatarak izah çalışmıştır. (S:288-298)
Dursun Önkuzu’nun Aytülü Zeynep ile tesadüfen karşılaştığı Zile Kalesindeki gezintiden başlayarak, evlerinin bahçesinde baş başa ilk görüşmeleri, Esvap Çayında kalabalık bir arkadaşlar gurubu ile Aytülü’nün annesi Gülseren’in de katılımıyla yapılan piknik, tekrar Aytülü’lere ait bahçede piknik yapmaları, Aytülü’nün annesi Gülseren’in bu buluşmaları desteklemesi ve bilgisi dâhilinde olması meşru zeminde gelişen bir aşk olarak örnek alınacak bir numunedir. Bu sayede gençler ailelerinden gizli gizli buluşmadıkları için yanlış bir davranış sergilemekten kendilerini korurlar, hem de âşık olan gençlerin birbirlerini tanımalarına fırsat verilmiş olur. Bir gün Samsun Türk Ocağında konferans veren Prof. Dr. Davut Albayrak Ülkücü aileler birbirlerine gidip gelirken çocuklarını da yanlarında götürsün, ülkücü ailelerin çocukları bu ortamlarda sağlıklı bir şekilde birbirini tanısın ve birbirini tanıyan ülkücü ailelerin çocukları evlenerek sağlam ülkücü aileler kursunlar. Hem de ülkücüler çocuklarının bu evlilikleriyle birbirlerine daha da kenetlensin demişti. Bu romandaki Aytülü ve Dursun Önkuzu arasındaki ilişki de genç ülkücüler arasındaki sağlıklı bir sevdalık tanışmasının nasıl olması gerektiğini anlatmaktadır. Hem bir Türk kızını her türlü fitne ve dedikodudan koruduğu gibi başına gelebilecek kötü olaylardan da korumaktadır. Delikanlıya da daha emin bir ortam sağlayarak daha ciddi sorumluluklar yüklenmesin sağlamış oluyor.
Kenan Bey ve kızı Aytülü Zeynep’in arkadaşları Beşkızlar veya Beşler grubu ile ve Dursun Önkuzu ve kız kardeşleri ile hatta Dursun genç arkadaşları Alphan, Fatih, Rıza, Hüseyin ile aralarında cereyan eden ilişki insanların bir apartmanda oturup da kapı bir komşusundan haberi olmayan gümüz yaşantısından çok farklı olan ve bu gün artık tamamen kaybolmuş olan mahalle kültürünü olduğu gibi yansıtmaktadır. Kenan bey ve hanımı Gülseren hanım kızları Aytülü’nün arkadaşları “beşler” grubu mensupları başta olmak üzere Dursun ve genç arkadaşları Alphan, Fatih, Rıza, Hüseyin’e kendi evlatlarından ayırmayan onları düşünen ve Tokat gezisinde olduğu gibi komşu çocuklarının bütün masrafların hiç yüksünmeden gönüllü karşılaması 70’li yılların ayrım yapmayan mahalle kültürünün yansımasıdır. Bizim de çocukluğumu ve gençliğimizin yaşandığı yıllar olan o zamanlarda şimdi rahmeti rahmana ereli çok zaman geçmiş olan komşumuz merhum Hilmi dayı ve merhum Meyrem teyze (Allah her ikisine de Rahmetiyle muamele eylesin) bizi çocuklarından ayırmaz, oğlu ve kızları ile birlikte televizyon seyrederken üşümeyin diyerek hepimizin üstüne bir battaniye atar, biz kızları ve bizden büyük oğlu ile aynı battaniyenin altında gece saat 23.30 kadar otururduk da hiç ses çıkarmazlar bizi çocuklarından ayırmazlar idi.
Hikmet Doğan Dursun Önkuzu’nun Zile’deki toplumun Dursun ve onun yetiştirdiği ülkücülere bakış açıları ve Zonguldak’ta okul stajını yaptığı yerdeki karakter yapısı ve insan ilişkileri ile Ülkücülüğün kuru bir ideolojik fikir kırıntısı olmadığını, insanlara insanca davranmanın ve kişinin ahlakının olgunlaşmasının temel aldığını, en iyi tanıtım ve reklamında inandığını yaşamak olduğunu göstermektedir. Ülkücülük yaşayarak örnek olma sanatıdır.
Kitabın son yüzelli sayfasında acaba Dursun Önkuzu’nun şehit edildiğini bildiğim için onun hayatında ahlak ve insanlık dersi verdiği yaşadıkları kesitleri okurken bir nebzecik mutluluk duymuştur hissi ile sevinerek mi ağlıyorum diye düşünürken nihayet Dursun Önkuzu komünist satılmış köpekler tarafından alıkonularak işkence yapılıp sonrada camdan atılarak şehit edilmiş, cenazesini vermek istemeyen komünist işbirlikçi polisler ile yaşanılan mücadelelerden sonra cenazesi zor da olsa Zile’ye getirilmiş ve öldürüldüğünün üzerinden geçen günlere rağmen şehitliğini alameti olan tabutundan hala kan damlayarak 25 bin nüfuslu Zile’de 50 binden fazla kişinin iştiraki ile tekbir ve ağlama sesleri arsında omuzlarda kabristanlığa götürülüp defnettik.
Ben kitabı okuyup dönüp hakkında yazı yazan biri değilim, yazılarımı kitabı okurken okuduğum sayfa veya satırda yazılacak bir husus var ise onu alır ve yazarım. Ama Hikmet Doğan’ın yazmış olduğu “Kuzu” romanında bu böyle olmadı zaman zaman ağlayarak okuduğum kitapta yazılacak yerleri sayfalarca geçtiğim halde okumayı bırakıp da o satır hakkında yazamadım. Bazen seksen sayfa okudum da hiçbir cümle yazmaya kitabın içinde yaşamaktan dolayı fırsat bulamadım. Akıcı anlatım ve olayların içine çeken üslubuyla “Kuzu” okuyucuyu sürükleyen bir eser olmuştur.
Hikmet Doğan’ın yazmış olduğu “Kuzu” romanı Ülkücü Şehit Dursun Önkuzu’yu anlatan biyografik bir roman değildir. “Kuzu” romanında Dursun Önkuzu’nun yaşamış olduğu toplum ve sosyal hayat hakkında sık sık bilgi vermesi ve zaman zaman da Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu (S:75), Türk Ocağı (S:99), Galip Erdem (S:116) ve Dündar Taşer (S:139) gibi konularda bilgi vermesi dolayısıyla belki yeni ülkücü olanlara tarih ve 1980 öncesi ülkücü mücadeleden haberleri olmayan genç nesile Milli Doktrin Dokuz Işık, Türk İslam Ülküsü vs. kitapların yanında ilk okunması gereken kitaplardan olarak tavsiye edilebilecek şekilde Dursun Önkuzu’nun hayatı etrafından hareketle şanlı bir mücadelenin tarihini anlatan vasıfta bir kitap olmuş denilebilir.
Şanlı bir mücadele ile Ülkücü mücadelenin 12 Eylül 1980 öncesi Ülkücü mücadele ile yetinmiyor o bu kitapta Milattan Önce 18 bin yıllarına dayandırdığı Türk tarihini ele alarak kuru bir tarih bilgisi vermiyor manevi ortamını hazırladığı insanın duygu yüklenmiş halinin zirve yaptığı noktada sanki hastanın vücuduna bir ilaç zerk eder gibi Türk milleti hakkındaki bilgiyi dimağımıza zerk ederek unutulmaz bir şekilde bilginin hafıza kaydına alınmasını sağlıyor.