Ali BADEMCİ
11 Eylül günü Türkiye fotoğrafını elbette bu ülkede kimse hatırlamak istemez. Ama o fotoğrafın nasıl oluştuğu hakkında yeterli eleştiri, îtiraf ve ifşaatın da yapıldığı kanaatindeyim. Fakat özellikle bu yargılama komedisinde işin derinliklerine inilmesi yerine yaşı bir asra yaklaşan iki ihtiyarı tâciz etmek gibi bir yola başvurularak âdeta mağdurlar ve milletle dalga geçildiğini görmek gereklidir. Öte yandan esasta ve ilmen doğru olan devletin “Kürt Kardeşliği” politikasını al aşağı ederek “Demokrasinin yolu Diyarbakır’dan geçer” gibi saçma ve saçma olduğu kadar anlamsız “Devlet Beyanı” ile başlayıp “Devlet Özrü” ile sonuçlanan ve âdeta bir millet yaratma gayretlerine karşı, sâdece “Ülkücüler ve Solcular”dan ibaret olan 12 Eylül mağdurları için hiç olmazsa basit bir “Sicil Temizliği” yapmak kimsenin aklından geçmemektedir. Çocuklarımız ve torunlarımız ne yazık ki biz öldükten sonra ancak durumu anlayabilecekler..
Efendim 12 Eylül gecesi hakikatten benim için gerek fiili dost ziyâreti ve gerekse telefon trafiği yönünden gerçekten çok yoğundu. Sonradan anladığımıza göre bazı “Ankara” dostlarımız “İhtilal” olacağını da anlatmak istemişlerdi. Fakat en azından kendini suçlu hissetmeyen bir insanın herhalde böyle bir ikazı anlamak isteyeceğine ertesi günkü “Ölüm Korkusu” ile yatağına uzandığını belirmeliyiz. O gece nasıl uyuduk bilmiyorum ama eylül sıcağında biri 24 günlük diğerleri 4 ve 7 yaşlarında olan bebelerimle herhâlde son kucaklaşmam, belki ertesi günkü gaileleri düşündürmüştür ama “İşkencehaneye” yolcuk veya devletimin “İlmekli İpini” hiç düşünmemiştim. Netice itibariyle 1960’ı hayal meyal hatırlıyordum ki, tabii olarak “İhtilal Tecrübesi Olmayan” ömrü “Tanrıdağ Yolculuğu”nda geçmiş, çocuklarının babasının üç kuruş aylığından başka sermayesi olmayan garibin biriydim..
12 Eylül… Bizim apartman sâhibimiz üstümüzdeki dairede oturan Adana Ulu Camii’nin müezzini idi. Sabah saat 04.00 sıralarında hergünkü gibi ayak sesleri duyuldu ama bu sefer sanki adımı zikrederek kapıya da vurdu. Aradan yarım saat geçmişti ki bu sefer “Devlet İhtarı” başladı. Kalktım telefona elimi attım kesik.. Kapıyı açtım bir Komando Yüzbaşı isim kimlik sorarak beraber gideceğimizi söyledi. İzin belgesi olup olmadığını, sarı basın kartı hamili gazeteci olduğumu beyan ederek götüremeyeceklerini ifâde ettimse de “İhtilal oldu kanun yok” diyerek beni alıp en yakın Sıkıyönetim Kışlası’na götürdüler. Apartman kapısından çıkarken evimin birkaç takım askerle sarılı olduğunu görünce bugünden itibaren, mahallenin, çocuklarıma ne gözle bakacaklarını düşündüm. Ama yine de yargılanmak veya tahkir edilmek yerine belki danışmalarda bulunacaklar diye de aklımdan geçmedi değil. Öyle ya benim gibi o güne kadarki hayatı kitap defter arasında geçmiş bir kişi ile devletin ne alıp veremeyeceği olabilirdi!
İlk kışlada akşam ettik, çok korkunç gözaltılar.. Bir taraftan da bırakılıyorlar.. İlk geceyi buradan götürüldüğümüz Kapalı Spor Salonu’nda geçirdik. Burası tam alâmet manzarasındaydı. Tek ayakkabı, don, pijama ile gelenler.. Esrarcılar, şarapçılar, parklarda sabahlayanlar vs. Bizim, sondan ikinci ÜGD Başkanı Şahin Bilgiç’i bu hengâmedeki ilk ülkücü şahıs olarak orada buldum ve kucaklaştık. 12 Eylül akşamı da görüşmüştük. Görünürde başka MHP’li ve ülkücü olmamasını bendeniz yine “Bizi de bırakırlar” diye hayallenerek Şahin’e söyledim ama, sanıyorum bizim ikimizden başka ihtilâlden haberi olmayan kalmamış ve uçup kaybolmuşlardı. Gerçi o korkunç günlerde dernekler, parti, sendika, durumu iyi olan ahali gibi, ileri gelenler ya Adana’yı terketmişler veya çok tedbirli davranarak ölmemek için ortalıkta görünmüyorlardı. Sanırım bizim “Dükkanlar” içinde asansörü olmadığı için 127 basamaklı merdivenle ancak çıkılabilen bir apartmanın 7. katındaki Hergün Gazetesi Bürosu’ndan başka açık yer kalmamıştı. Biz Hergün Gazetesi’nde M. Adıgüzel ve rahmetli Turgut Poyraz ile haftada 7 gün mesai..
Gözaltında ikinci günün akşamı Kapalı Spor Salonu’nu boşalttılar. Biz iki ülkücü ve birkaç sanıyorum fraksiyoncuyu da bir polis otosu Büyük Saat Emniyet Müdürlüğü idâre binası merdiven altı (3×2) metre karelik bir dehlize attılar. Bir de ne görelim burada Yüzbaşı’dan Mehmetçiğe kadar Türk askerine öldüren tetikçi ve akıl hocaları da yatarmış. Bunlardan, sonra idâm edilen Serdar Soyuergin ve şimdi televizyonculuk yapan Şef Nedim Soylu da aramızda bulunuyordu. Vardığımız gün bizi biraz sorguladılar ama bir şey anlamadılar. Ancak sabah Nedim kendi ifâdeleri ile “Komün Başkanı” olarak para toplamaya başladı. Tutuklanmadığımız için kendi cebimizden yiyorduk. Benim evimde para yoktu cebimde de bugünkü para ile 15-20 lira olduğunu tahmin ediyorum. Başkan Şahin’de sanıyorum hiç para yoktu. Bir iki gün âidat ödeyebildik ama sonunda para bitince başımıza birşeyler geleceğini düşünerek ve bu konuda Şahin’i de dinlemeyerek, ”Beyler bundan sonra komün başkanı benim kahvaltı paraları görelim,” dedim. Koğuş Amiri Polis Abdi sanıyorum komşularımızın işgâli altında bulunan Emek Mahallesinde oturan, hergün bakkalda birasını içen ve bunlara meydan okuyan, dolayısiyle ölüm sırasında duran bir ülkücü imiş. Gardiyan Muhiddin ise tahminime göre Tufanbeyli’nin halktan sağ görüşlü biri imiş. Her ikisi de bize çok saygılı ve solculara karşı pek acımasız olduklarını bilhassa belirtmek lazım. O gün Türk Tabibler Birliği Başkanı ve Ç.Ü. Biyoloji Kürsüsü Başkanı Prof. Tuncay Özgören’i aramıza getirdiler. Sonradan yargılamalardan öğreniyoruz ki TKP sorumlusu olarak gözaltına alınmış, ama fraksiyoncular bu adamdan hiç hoşlanmadıkları için elinden sigaralarını alarak kedini en köşede sulu yere attılar ki ben insanlığımdan utanarak “Komün Başkanı” sıfatı ile onu yanıma ve havalı olan pervane dibine getirdim. Herhalde TKP’li olduğunu biliyor ki Polis Abdi ona kapı önü ayakkabılarını düzelt ve ortalığı süpürme görevi verdi ki, ben dayanamayarak “Abdi Bey bu adam Hoca müsaade edin o işi ben yapayım” dedimse de demek soldan çok kuyruk acısı varmış ki yüzüne, ”Ben çok hoca…” dedi. Fakat Hoca duygulanarak bana bir paket birinci cigarası hediye etti ve adımı söyleyince hatırlayarak çok rahatladığını belirtti.
Aynı gün; Rahmetli Şeyhim ve Mürşidim, Adana’nın babası, fikir hayatımızın “Kaşgarlı Mahmudu”, büyük ender dâvâ adamı, örnek Türk ve Türkçü, hepsinin ötesinde, Çukurova Ülkücülüğü’nün ilk yeşerdiği günlerde Başbuğ’un huzûrunda;
“Biz geliyoruz biz,
Yepyeniyiz dipdiriyiz”
Mısralarıyla başlayan meşhur şiiri ile, Kuruköprü Meydanı’nda toplanan binlerce ülkücüye aynı mısraları haykırtarak Adana’yı sallayan Ayhan Şükrü Aksu’yu getirdiler. Hocamı görünce ağladığımı hatırlıyorum. Bunun iki sebebi var: Birisi benim bebelere, evime kadar cesâretle gidip kim yiyecek sağlayacaktı? İkincisi ise onu benim yüzümden buraya getiriyorlardı ki, daha evvel de Cevat Yurdakul benim karşılığımda onu gözaltına almış ve bir süre aynı yerde tutmuştu.
(DEVAM EDECEK)