
Ali BADEMCİ
Götürüldüğüm yer yine Polis Okulu’ndaki Siyâsi Şûbe idi ki daha dün buradaydık. Değişen birşey yok merdivenlerden çıkarken aynı suratsız insanlar. Bu sefer batı tarafta bir odaya koydular. Burada Selâhattin Çolak tek başına kalıyordu.Gazete üzerinde yatıp kalkıyordu.Tıpkı dün ve evveli biz ve bizmkilergibi.. Çolak ile ne konuştuk çok iyi hatırlamıyorum, ama sanıyorum birileri daha geldi ve 2 gece beraberliğimiz oldu. Hatta beni sıradan militan gibi falan sandı biraz da tedirgin oldu gibi.. Pazartesi günü görevli efendi beni aldı ve arkadaşları tutuklayıp da beni serbest bırakan mahkemeye götürdü. Biraz bekledikten sonra beni getirdiklerini bildirdiler ki içeriden hakim mi savcı mı bilmem ama asabi bir ses geldi “Kim dedi bu adamı getirin diye bırakın kardeşim bırakın” diye getiren polisleri iyice bir azarladı. Ben Kolordu’dan eviminin bulunduğu Tepebağ’a yürüyerek geldim. Öğlen filan olmuştu..
Sonradan anladık ki, zanlılar için MİT ile mahkeme heyeti arasında görüş ayrılığı çıkmış. Mahkeme suçsuz oldukları sabit görülen ülkücüleri tıpkı solcular gibi bırakmak görüşünde olduğu halde istihbarat paketletip Gazianteb, oradan da “Türkeş Çetesi” için Ankara’ya götürme talimâtını almış. Bunun için zâten az olan ülkücülerden hiç kimseyi bırakmamak niyetindeymişler. Benim, Kayseri komando tugayından biraz tanıdığım, dini bütün bir Müslüman olan mahkeme hâkim üyelerinden Süleymen İkiz bundan böyle hiçbir evraka imza atmayacağını kesinlikle en azından ülkücülerden numunelik de olsa bir kişinin, hiç suçu olmayan Gazeteci Ali Bademci’nin serbest bırakılmasını istemiş mahkemede de çaresizlik karşısında asgari olan böyle bir isteği uygun görmüşmüş.. İşte serbest bırakılmamın gerçek hikâyesi bu olup MİT bir türlü bu işi hazmedemediği için çıktıktan sonra bile gözdağı amaçlı tâciz edip duruyormuş.
Gerçekten biraz da ev kalabalık olduğu, dolup dolup boşaldığı için göze batan bir durum vardı. Ama ne yapalım yüz kere daha içeri tıksalar dâvâ arkadaşlarımızın ailelerini kovamazdık! Gene cumaaya yetiştik ki, aynı şekilde akşam namazı saatinde gelerek, ”Gideceğiz Ali Bey” dediler. Geçen sefer ellerinde yazı olmadığı için zorluk çıkardım diye bu sefer “İnfaz Savcılığı”nın bir yazısiyle gelmişlerdi. Bankalar Karakolun’da mı veya başka yerde mi pazartesiye kadar bekledik bilmiyorum ama, götürüldüğüm İnfaz Savcılığı’nda kanuni hakkım olan 40 gün izni zorla alabildik. Çünkü emirler kanunların çok üzerinde idi. ”Baba” evime telefon etmiş ve beni sormuş Hanım da izin aldığımı söyleyince, ”Gene mi yırttı” demekle yetinmiş.
Kesinleşmiş 7 ay mahkumiyetim şu meşhur ”Ermeni Meselesi” idi. Bu cezayı çekmeden rahat bırakmayacaklarını anladım. Çünkü bu cuma gözaltıları sanırım birkaç sefer daha tekerrür etti. ”Baba” durmadan evde olmadığım saatlerde eşimi telefonle arayarak güya “Ne halt ettiğimi” soruyormuş.. Bir akıl verdiler, dediler ki gözaltında yattığın 105 günü 116 gün olan infazına saydırman için işte şöyle bir Yargıtay kararı var… Var olmasına var da bunu uygulayacak demokrat ve cesâret sâhibi hâkimi nerede bulacağız! Koskoca Bülent Ecevit’in aynı günlerde böyle bir kanunî hakkını kullanmasına müsaade etmediler de benim gibi garibe kim sâhib çıkacaktı? Böyle birini sağolson dostlar buldular ve Adana Kozan Dağlı ailesinden Hatay Reyhanlı Sulh Hukuk Hakimi Süleyman Dağlı böyle bir uygulama yapabileceğini söylemiş. Ben hemen ve sessizce gözden kaybolarak Reyhanlı Cezaevine girmek için Mahalli İnfaz Memurluğuna teslim oldum ve içeri atıldım.. Sağolsun ilk gazetecilik yıllarımda beraber çalıştığımız Reyhanlı Türk Yolu Gazetesi Sahibi dostum İsmet Erişen bana burada âilemden daha iyi baktı. Yatak, yiyecek ve iaşemi mükemmel karşıladı. O zaman bu Cezaevi’nde bulunan Arap Kurtuluş Ordusu mensûbu Marksistlerden de köylüm olan müdür beni bihakkın kolladı. Zaten 16 güne ihtiyacım vardı. Bu arada mahsup kararı da askıyı tamamlayarak kesinleşti ve hiç ziyâretime gelmeyen ana ve babamdan habersiz olarak çıkar-çıkmaz Adana’da evlatlarım yanına koştum.
Artık bana kimse bir şey diyemezdi. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Dâvâsı henüz iddianâme tanzimi safhasındaydı. Ben boş geziyordum. 1981’in ilk aylarıydı. Bu arada Mustafa Kafalı, Ahmet Kabaklı, Ayhan Songar Ağabeylerim Adana’ya YSE’de konferansa gelmişler. Nasıl ve nerede görüştük iyice hatırlamıyorum ama Sevgi Kafalı Hocahanım evime ziyârete geldi. Yanında Mustafa Hocam ve misafirler var mıydı bilmiyorum ama gerek Kabaklı gerekse Songar Hoca benimle konuşurken gözleri dolarak pek duygulandılar. Allah kendilerine rahmet Kafalılar’a uzun ömür versin. Ablam Kafalı ile İstanbul’a birlikte gitmemizi Muhterem Kabaklı ve Songar Hoca, Rahmetli Kemal Ilıcak’la görüşerek benim mutlaka “Tercüman”da çalışmamı sağlıyacaklarını söylediler. Birlikte uçakla İstanbul’a gittik. Gitmez olaydım, bir iki gündür vücûdumdaki kaşıntı ve kızarıklıklar beni çok rahatsız etmeye başladı. Ablam beni doktora götürdü “Uyuz “olmuşum. Ertesi gün izin istedim ve tekrar Adana’ya döndüm. Muhterem Ahmet Kabaklı ve Ayhan Songar, Kemal Ilıcak ile görüşmüşler, pek memnun olarak hemen Adana Bölge Müdürü olarak işe başlamamı uygun istediğini ifâde ile “Bademci, Dili bizden Dini bizden biri” demiş. Bana bunu ya Sevgi Abla telefonla veya Aziz dostum ve Muhterem Ağabeyim, uzun yıllar yazı İşleri Müdürüm, Meslek Büyüğüm, BabıAli’nın yegâne “Milliyetçi Yazı İşleri Müdürü” Ergun Kaftancı söyledi. Birlikte Hergün’de idik gazete kapanınca Tercüman’a geçmiş ve Kemal Bey de onu geçici olarak Adana’ya göndermişti. Hergün görüşürdük. Zaten Kurtar Çakın, Tamer Ünal, Mehmet Mercan gibi dostlardan başka gidecek meslek erbabı yoktu. Aşağı yukarı hergün Ergun ve Tamer ile beraberdik. Onlar da samimiyetle bunu istiyorlardı.Fakat Ergun Abi’nin başka bir fikri daha vardı:
Ben bilmiyordum ama ordu menşeli Yılmaz Tekinon ayağabeyimiz o sıralar gazeteciliği bırakıp ihtilalcilerle beraber işte sorgulamalarda falan çalışıyormuş. Tabii samimi bir “Milliyetçi” olması hasebiyle sol sorgulamalarda bulunmuş. Ben Yılmaz Abi’yi 1971’de Musa Öğün Paşa’nın TRT Genel Müdürlüğü sırasında Haber Müdürü iken falan tanıyordum. Ama yaşları birbirine yakın olduğu için Ergun’la daha içli dışlıydılar. Tabii bir de çok içen iki kafadar olarak muhabbetlerine diyecek yoktu.
Birgün bu ikili beni yemeğe dâvet ettiler ve masada bir kişinin daha bulunacağını mümkün mertebe fazla konuşmamamı tenbih ederek ismimi de gerek olmasa söyleme dediler. O zaman Adana’da sâdece Krisrtal Palâs Otel-Lokanta böyle klâs bir yermiş. Benim evim buraya çok yakın olduğu için orada buluştuk. Üçü de oradaydı ve demlenmeye başlamışlardı bile.. Pek çok içtiler.. Ben o adama baktım tanıyamadım ama kaç nolu askeri mahkeme subay üyesiymiş. Sonradan öğrendim ki bizi tutuklayan zevât içinde bulunuyormuş. Bana adamı adı ile tanıtarak bana gelince ikisi birden, “Çok kültürlü bir gazeteci arkadaşımız” dediler. Herif iyice kafayı bulmuş ki bana hitap ederek, ”Söyle gazeteci bu Türkeş Ermeniymiş doğru mu” demez mi. Yılmaz Abi benim yanımda oturuyordu, ayağıma bastı ve dedi ki, ”Ayıp ayıp komutan. Bu adam Türk Milliyetçilerinin lideriyim diye yıllardır meydanlarda ve 2 milyon taraftarı var. Biz ne işe yaramaz bir ocak mışız ki bir Ermeni’nin milliyetçilerin lideri olmasına müsaade etmişsiz.”. Bana anlatacak bir şey kalmadığı için onlara iyi bir tarih dersi verdim ve ilgi ile dinlediler. Kalkarken bir hususta adamdan sanıyorum ki benim için tavassut istediler. En azından ben öyle sandım. Ayrılırken Yılmaz Abi, ”Yarın görüşelim mi Ali “dedi. Ben de “Hayhay” diyerek ertesi gün “Tercüman”da buluşmak üzere ayrıldık.
Mevsim kıştı. Yürüyerek “Tercüman”a gittim. Ağabeyler oturuyorlardı. Ayrılırken hangisi bilmiyorum ama büyük ihtimalle Yılmaz Abi,”Ali seni Belediyeye basın müşaviri olarak aldıralım mı” demez mi! Beynimden vurulmuşa döndüm. Ergun Kaftancı samimi olarak benim Adana Tercüman’a girmemi kendisinin de rahat rahat İstanbul’a dönmek arzusunda olduğunu biliyordum. Onun için fikir beyânetmedi. Ben de zaten, ”Şiddetle işe ihtiyacım var. Çocuklarım aç. Ama ben ihtilâlcilerin belediyesinde çalışamam. Çünkü 45 kişi tutuklanmış ben bırakılmışım. Sonra bana ne derler abi.” diyerek nezâketle reddettim. Tabii benim bu tutumum yüzünden İstanbul Tercüman’ın MİT mensubu olduğu herkesçe bilinen muhasebe müdürü teşkilâtının, ”Bu adam ile Hergün’de iken baş edilemiyordu da şimdi, Tercüman gibi bir büyük gazetede Adana’da bağımsızlık ilân eder,” gibi görüş bildirmesi üzerine bizim Tercüman işimiz de yattı.

Ali Bademci (1981)
Daha yazmak istemiyorum. İşte bu kadar. Gerisi “Hatıralar”a girer ki bu iş için daha erken gibi hiç makam ve mevkii işgal etmediğim, zengin de olmadığım için okuduklarımı ve yazdıklarımı anlatmaktan başka bir şeyim yok. MHP Dâvası’nın 171 numaralı sanığı olmakla ömrümce gurur duydum. Çocuklarıma idealistliğim, hatâlarım, kötülüklerim ve varsa iyiliklerimden başka bırakacak hiç bir şeyim yok. Birkaç parça kitap ve bir miktar makale işte servetim. Şeyhim Ayhan Aksu kendi evinde yatalak duruma düşmeden evvel bana bir gün şunları söyledi: ”Sen bu kapıdan kaç zamandır girersin, 44-45 yıl falan değil mi? Bu evin eşyasında hiç değişiklik gördün mü? Pencereler, camlar, yer döşemesi aldığımız günkü gibi. Evimize en az 3 maaş girmiştir. Hiçbir yerde beş kuruşumuz yok bu dünyada. Senden 16 yaş büyüğüm çok kahrımı çektin ama ben de senin her şeyine katlandım. Bundan pişman değilim. Türklüğüm, Türkçülüğüm, Ülkücülüğüm ve Müslümanlığım hayatımın kazanımları benimle beraber gidiyor. Sana hep ne için katlandım biliyor musun? Şu senin kitaplarında adımın geçmesi bu dünyada kalıcı olan tek şeyimdir.” Ben de şu fâni dünyadan şu üç kelimelik vedâ ile gideceğim: ”AH..MİLLETİM CANIM BENİM”.. (BİTTİ)