Ergun KAFTANCI
GELDİK, gidiyoruz…
Ülküyle dolu hayatımız, film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçiyor değerli dostlar. Ülkü için yaptıklarımızı az buluyor, yapamadıklarımız için hâlâ hayıflanıyoruz.
1948 yılında Galatasaray Lisesi’ne girerek yola çıktım.
Rahmetli babam Türk milliyetçisiydi, duygu ve düşüncelerinden zerre kadar ödün vermeden yaşadı, bizim de öyle yaşamamızı sağladı; mekânı inşallah cennettir.
Milliyetçilik açısından ilk hocam babam oldu; Galatasaray’a kayıttan sonra birçok arkadaşım gibi rahmetli hocam Orhan Şaik Gökyay‘ın rahle-i tedrisinden feyiz aldım. Gökyay hocam, ülkücülüğü beynimize ve gönlümüze milli bir şuur olarak perçinleyen babamın benzeri dev gibi bir kahramandır; Allah’ın rahmeti onun da üzerine olsun…
* * *
Uzatacak değilim…
O gün bugün bildiğiniz gibiyim…
Değerli ülküdaşım ve aziz kardeşim Ali Bademci‘nin yazısını okurken geçmiş günlere giderek bir başıma ve sessizce neleri yâd etmedim ki…
1957 yılında başladığım gazetecilik mesleğinde çok zor günler geçirdim.
Bir yandan üniversite, bir yandan gazetecilik…
İkisini birlikte götürmek epey marifet gerektiriyor.
Marifet iltifata tabidir derler ama o her zaman öyle olmuyor; iltifat beklerken başarınızı
hazmedemeyenleri karşınızda buluyorsunuz.
Buna rağmen meslek hayatıma, küskün başlamadım…
Küseceğim kimse zaten yoktu; etrafta sadece kıskanç ve şuursuz insanlar vardı. Onları insan kılmak ve adam etmek için yola çıktıysanız, durmak isteseniz bile içinizden yükselen bir komut, “Sakın durma, durmak sana yakışmaz” der; bana da o ses aynı komutu verdi, “Durma” dedi…
Çok şükür öyle bir zilleti kendimize yakıştırmadık; durmadık, tam 56 yıldan beri de durmuyoruz. Emr-i hak gelene kadar da inşâllah durmayacağız…
* * *
Çalışmadığım gazete kalmadı gibi; pardon kaldı…
Mesela Cumhuriyet‘in kapısından korkarak döndüm.
Önce onu anlatayım…
Gazetenin Genel Yayın Müdürü Galatasaray Lisesi’nden sınıf arkadaşım Oktay Kurtböke telefon etti, “Gel seni gece yazı işleri sorumlusu olarak alalım, birlikte çalışalım” dedi.
“Olmaz” diyemedim. Gidip görüşmeyi nezaket gereği saydım, gittim…
Kısa sohbetimizin ardından teklifini yaptı; Oktay’a “Düşüneyim, yarın cevap veririm” dedim, ayrıldım…
Ertesi günü cevabım hayır oldu…
Ülkücülüğümüz arş-ı âlâ’ya çıkmışken sosyalist, marksist, leninist ve komünist düşünceli gazetecilerin cirit attığı bir çatı altında bana mesleki bir hayat hakkı tanıyacaklarına inanmadım.
Korktum…
Ezilip horlanmaktan çekindim…
Daha doğrusu, o bünye içinde Türklük düşmanlarıyla fikir ve düşünce zemininde mücadele veremeyeceğim aklıma geldi; tereddüt etmeden Oktay’ın teklifini reddettim…
İyi mi oldu?
Hem de çok iyi oldu; üzerime düşen “Ülküye ve her ülkücüye hizmet etme” içgüdüm hep diri ve iri durdu…
77 yaşından gün alan bir ülkücünün, ülküyle yoğrulmuş ve serüven sayılacak meslek hayatı sizi ne kadar ilgilendirir bilemiyorum; eğer “Adam sen de…” derseniz istirham ediyorum yazdıklarımı okumayınız ve okumak için kendinize işkence yapmayınız dostlar…
Yazılacak o kadar çok şey var ki…
Başka yazılarda buluşmak umuduyla kalın sağlıcakla…