Bir geniş çevrelerin tanıdığı, bir de sadece bazı kişilerin tanıdığı kahramanlar vardır. Büyük Türk hakanı Attilâ’yı herkes tanır. Elbette tanıyacak. Bir milyon kişiyi (bazı kaynaklara göre) çadırıyla, at ve koyunlarıyla, çoluk-çocuğuyla Doğu Asya’dan alıp, sadece önüne çıkan düşmanlarıyla değil, tabiat şartlarıyla, açlık ve susuzlukla mücadele ederek Avrupa’nın göbeğine kadar getirmek, liderlik etmek, Papa’ya diz çöktürüp, yalvartmak elbette büyük kahramanlıktır.
Ayakta kalabilmiş bütün milletlerin şüphesiz büyük kahramanları vardır. Kendi tarihimizi ve milletimizi düşününce hemen aklımıza Attila, Cengiz, Timur ve onunla Türk tarihinin talihsizliği olarak savaşan Yıldırım Beyazıt, Alparslan ve bir çok kahraman gelir. Ama Attila ile gelen, onun ordusunda vatanına ve milletine hizmet eden, emniyetli bir şekilde binmesi için atını nallayan, koyunlarını güden, o büyük insan yığınının yemeklerini yapan, söküklerini diken insanları tanımayız ve pek düşünmeyiz, hatırlamayız. Büyük hakan Fatih Sultan Mehmet Han gemileri karadan yürütürken, halatlara asılarak gemileri çeken asker kahraman değil midir? Millî Mücadele günlerini babaannemden dinlerdim: Seferberlik zamanında sabahlara kadar askerler için yün çorap ördüklerini anlatırdı. Millete hizmet için çırpınan öğretmen, menfaat beklemeden hastalarına koşan doktor, zorluklarla kazandığı parayı memleket meselesi olunca kolayca hibe eden, okul, hastane, cami yaptıran, yoksullar için vakıf kuran tüccar elbette kahramandır. Ama doktorun rahat çalışmasını temin eden eşi, hasta bakıcısı, hemşiresi de kahramandır. Antalya’da yüz nakli yapan doktorumuzu bugün bütün dünya tanıyor. Ama o ekipte bulunan, onun işini kolaylaştıran yardımcılarını sadece çevresi tanıyor…
* * *
Bizim ideolojik ve siyasî hareketimiz içinde, benim yakından tanıyıp, unutulmamalarına çalıştığım kişilerin dışında elbette, yalnızca bizim coğrafyamızda değil, bütün dünyada Türk milletine âşık pek çok fedakâr insanımız vardır. Ben sadece yakından tanıdıklarımı yazmağa çalışıyorum…
Hareketin yeni yeni filizlenmeğe başladığı günlerdi. Ülkü Ocakları kurulmuş, benim adıma kiralayıp, kirasını verdiğim iki odalı bir yerde toparlanmağa çalışıyordu. Ülkü Ocakları başkanlığına seçilen Erol Kılıç hem okuluna devam ediyor, hem de bu ağır yükü taşımağa çalışıyordu. En büyük sıkıntı parasızlığımızdı. Bu durum çalışmaları büyük ölçüde aksatıyor, çevreye açılmayı yavaşlatıyordu.
Birgün benim yayınevine iki kişi geldi. İkisi de kırk yaşlarında, sakallı, birisi yaz günü olmasına rağmen pardösülü, güler yüzlü insanlar. Selâm verip oturdular, kendilerini tanıttılar. Birisi Hilmi isimli şahıs, İstanbul Eminönü’ndeki Yeni Cami’nin kapısında tespih ve esans satıyormuş. Diğeri ise Mustafa Aysu, dış hat gemilerinde makine zabiti (çarkçı başı) imiş. Nereden duydularsa Ülkü Ocakları’nın sıkıntıda olduğunu duymuşlar. Soruşturmuşlar, benim adım ve adresim kendilerine verilmiş. “Yardım etmek istiyoruz” dediler, masanın üzerine bir miktar para koydular. Kendilerine, benim para almamın doğru olmayacağını, Ülkü Ocakları başkanına gitmeleri gerektiğini, onları kırmamağa çalışarak masadaki parayı almalarını söyledim. Adres istediler ve gittiler…
O günden sonra bu iki kişi ile çok iyi dost olduk ve benim yanıma sık sık gelmeğe başladılar. Her geldiklerinde Ocağa yardım ettiklerini öğreniyordum.
Hilmi bey bir süre sonra memleketine gitti, oraya yerleşti. Mustafa Amca ile dostluğumuz devam etti. Ailelerimizi tanıştırdık. Kendisi İstanbul, Çarşamba semtinde ahşap, harap denilecek kiralık bir evde eşi ve tek kızı ile oturuyordu. Tokat, Erbaa’dan gelmiş, gemilerde iş bulmuş, gemiler için önemli olan çarkçıbaşılığa kadar yükselmişti. Aranan bir elemandı ve işsiz kalmıyordu. Çarşamba cemaati içinde yer almış, fakat onların yanlışlarını yüzlerine karşı açıkça söyleyebilen bir karakterdeydi.
Hilmi bey ve özellikle Mustafa Aysu kısa zamanda bizim çevrenin sevgilisi oldular. Her toplantımıza, her yürüyüşümüze elden geldiğince katılmağa çalışıyorlardı. Hilmi bey memleketine gittikten sonra da orada çalışmalarını sürdürdü.
Mustafa Amca’nın çalışmalarını duyuyordum. Galiba eşi de bizim evde anlatıyormuş: Bir yıl içinde biriktirebildiği parayı, dînî bayramlarda memleketine gider, oradaki muhtaç akrabalarına ve hemşehrilerine dağıtırmış. Kendisinin biri her gün giydiği, biri de özel günler için sakladığı iki pardesüsü vardı. Yenisini al deyince bana kızar “çok daha muhtaçlar var” derdi. Onu kırmaktan, üzmekten çok çekinirdim. Öfkeli biri idi. Kızıp, darılabilirdi…
Yağlı güreş seyretmeyi çok seviyordu. Bana bir gün, Kırkpınar’a gideceğini, benim de gelmemi istedi. Hiç istemediğim halde “peki” dedim. Baktım orada pek çok pehlivanı isimleriyle, lâkaplarıyla tanıyor. Gene birgün, bizim ağabeyimiz ve aile dostumuz, Mustafa Aysu’nun yakın arkadaşı emekli komiser Ahmet Yücel’i, memleketi Uzunköprü’de ziyaret edelim diye geldi. Bunu ben de istiyordum. Otobüsle gitmeyi teklif ettim. “Trenle gidelim, etrafı seyrederiz” dedi. Tren 7 saatte, otobüs 3-4 saatte gidiyordu o zamanlar. Arzusu olsun diye trenle gittik…
Emekli olduğu zaman eline bir ev alacak kadar para geçecekti. Kendisine “sakın elindekini ona buna kaptırma, sana bir ev alalım” diyordum. Ama aldığı parayı gene muhtaçlara dağıtmış. Bu para bitene kadar da benim yanıma, kızacağımı bildiği için, gelmedi.
Son zamanlarında sık sık hastalanmağa başlamıştı. Zor bir ameliyat geçirdi. Çocuklarım Osman ve Fatih, Mustafa amcalarına kan vermek için hastaneye koştular, başından ayrılmadılar. Biraz sıhhatine kavuşunca gene fedakârlığına ve yardımlarına devam etti..
Hastalığının ilerlediği günlerde evinde, eşimle beraber sık sık ziyaret ediyorduk . Gittiğim bir gün iki adet Cumhuriyet altını verdi, onlarla cenazesini kaldırmamı vasiyet etti. Son gittiğimde iyice hastalanmış ve zayıflamıştı. Sarılarak helâlleşmek istedi, helâlleştik. O gece eşi telefon etti. Biz ayrıldıktan birkaç saat sonra vefat etmiş…
Vasiyeti üzerine altının birini paraya çevirerek cenazesine harcadım, diğerini eşine verdim.
Mustafa Amca gizli bir kahramandı. Mekânı cennet olsun…