1960 sonrası Türkiye’nin hızla değişen sosyal yapısında “Şamanizm”, bizim gençlik yıllarımızda birden bire ortaya çıkan inanç bunalımında yegâne sığınacak limanımızdı. Ülkede bir şeyler oluyor, kimi insan açıkça “Ateizm”i savunurken, kimileri kendilerini tarikatların engin derinliği ile İslâmiyet’in uç noktalarına atıyor; bir kısım gençler de, temelde İslami görüşleri esas alan ailelerden gelmelerine rağmen doğru dürüst bir eğitim ve bilgilenmeden yoksun oldukları için “Türklüğün İslâm içinde eriyerek” Araplaştığını kabulleniyordu. Tabii olarak Cumhuriyet öncesinde Arap ihanetinin yoğun propagandası dalga dalga kendiliğinden yayılırken, İslâm Düşüncesi yerine, güya Türklerin eski dini olan muhayyel Şamanizm, erimenin reçetesi olarak ilk ülkücülerin zihnini bulandırıyordu. Hiç kimse böyle mabetsiz, tanrısız, kitapsız; gelenekler şeklinde dağılmış bir kültür yumağının din olamayacağını düşünemiyordu. Zamanımızda “Ulusalcılık” adı altında eski Türk ateistleri ile Türk Halk Müslümanlığının tarihi ocağını oluşturan Alevilerin azımsanmayacak bir kanadı da, bizim gençlik yıllarımızın kutsal oyuncağına bir hayli ilgi duymaktadırlar. Sanıyorum yeni ve genç ülkücülerin bazıları da bu eski filmin renklendirilmiş dublajına heveslenmektedirler.
1990’dan sonra Sovyetlerin çekilmesiyle rahatlayan Doğu-Orta ve Kuzey Asya’dan, Sibirya ve Moğolistan “Şamanları”na bir hayli ilgi artmıştır. Sayıları 3-5 bin ile ifade edilen Teleütler gibi Şaman Türk bakiyelerine derin bir ilgi gösterilmektedir. En azından bu bölgelerde insanlar olmasa da, tabiata nüfuz etmiş olan tarihi havayı teneffüs etmek isteyen binlerce heyecanlı delikanlılar vardır. Türklüğe yöneliş duyguları ile bu tip eğilimler insana hoş da geliyor. Tabiî ki bugün için “Proto-Türk” olarak varlığını sürdüren Şaman soydaşlarımız bizi tarihimizin ve milliyetimizin derinliklerine de götürüyor. Buraya kadar her şey güzel ve söyleyecek bir şey yoktur.
Fakat İslamiyet’i dışlayan bir Türkçülük söz konusu olduğu zaman işler değişiyor. Bunun arkasından “Galiyevcilik” gibi içinin dolmadığı tecrübelerle anlaşılmış düşünceler ise tam bir bataklıktır. Çünkü Türklerin, İslâm inancını kavradıktan sonra dünyaya pekâlâ hâkim olduklarını iyice bilmekteyiz. Arap Milliyetçileri bu noktada, Türklerin hâkimiyet ve yayılmacılık duygusuna İslam’ı alet ettiklerini iddia etmeleri karşısında, bizim bu düşüncelerle battığımızda vaziyeti kabullenmek tam bir çelişki veya muazzam bir handikaptır. Şamanizm’de ısrar eden ve bunu bugün de koruyan yakın akrabalarımız Moğolların durumuna karşılık Türk Dünyası, varlığı gözlerimiz önünde bir hakikat olarak durmaktadır.
Belki bazı heyecanlı gençlerin canı sıkılacaktır ama yapılan çalışmalar ışığında Şamanizm’in bir din olmadığı ispatlanmış tır. Abdülkadir İnan’ın saha çalışmalarına dayanarak ortaya koyduğu ciddi ürünleri mutlaka tetkik etmeliyiz. Mircea Eliada, Paul Roux ve Türk kültüründe Şamanizm izleri için de, İrene Melikoff ve Yaşar Ocak Hoca’yı mutlaka ve dikkatle okumak şarttır. Kaldı ki tarih boyunca Türkler sadece Şaman değil Budizm-Manihaizm-Mazdeizm gibi inançlara da en az Şamanlık kadar müdahil olmuşlardır. Hazar Türk Kağanlığı hanedan ailesinin Museviliğinde de olduğu gibi, Cengiz Han döneminde Nesturi-Hıristiyan inancının bilhassa Naymanlar’da aşırı derecede kabul gördüğünü çok iyi bilmekteyiz.
Türk Teolojisinde İslami cereyanların da çok etkili olduğunu ve uzunca bir dönem “İslâm Tasavvuf” düşüncesinde Türk hâkimiyeti bize ispat etmektedir. Gözden kaçan Fatımi İsmaliliği’nde birçok Ferganalı Türk’ün görev aldığını bir misal olmak üzere Dürziliğin ve Nusayriliğin Türkistan kökenli olduğunu tarihçiler yazmaktadır. Baba İlyas Horasani ile başlayıp zamanımıza kadar Bektaşi Alevilikle devam eden benzer inançlar, günümüze “Yesevi“nin Türk Müslümanlığı olarak taşınmıştır. Son yıllarda yapılan modern ve ciddi çalışmalarda Anadolu Müslümanlığında, adet ve gelenekler şeklinde, Türklerin intisap ettiği Şamanlık dahil bütün teolojik bağlantıların derin izleri olduğu ifade edilmiştir.
Bütün bu kısa açıklamalardan sonra, durduğumuz yerde inanç aramanın hiç anlamı yoktur. Efsaneleri efsane olarak elbette başımızda taşıyacağız. Lâkin inançlarımız izah edilebilir, açıklanabilir, tarihî ve ilâhî menşeleri olan hakikatler olmalıdır. İnançlarımız, bizi milletimize, insanlarımıza, tarihimize karşı mahcup etmeyecek ağırlık ve vakar unsurlarını ihtiva etmelidir. Kafa karışıklığı oluşturacak ve nazarımızı başka yönlere çekecek inançlardan uzak durmalıyız.