Aslında geçmiş asır, içinde bulunulan asrın en az yarısı gibi büyükçe bir bölümünü de, tam anlamıyla etkileyerek içine alır. Daha açık ifâde ile evvelki dönemin sosyal, kültürel ve siyasî etkileri takip eden yüzyılın ilk yarısına kadar ayakta durmayı başarır. Meseleyi yüzeyden anlatmak istersek Osmanlı’nın askerî ve sivil bürokrasisinin rejim değişikliğine rağmen 1960’lara kadar devam ettiğini rahatlıkla ifâde edebiliriz. Bugün içinde bulunduğumuz batı bloku için de böyledir. Aynı dönemde batıda 19.yüzyıldan daha gerilerden gelen mutaassıp Hristiyan inancının bir bloklaşma şeklinde devam ettiğini, farklı olarak bu yüzyıla ait siyasi problemlerin 2.Dünya Savaşı’ndan sonra soğuk savaşa dönüştüğünü görüyoruz.
15.ve 16.yüzyıllarda Avrupalı bilim adamları Kopernik, Johannes Kepler ve Galile mutaassıp ve hurafe Hristiyanlığının kalın duvarlarını yıkarak, bulunduğumuz gezegenin dışında “Sınırsız bir kâinatın varlığını” ispat etmişlerdi. Lâkin o zaman din adamları tarafından şiddetle reddedilen bu görüşler, 18.yüzyılda sanayi inkılâbı ile ancak zemin ve taraftar bulmuş, hızla gelişen teknolojik imkânlar ise 20.yüzyılından ilk yarısından sonra ancak sonuç olan kâinatı insan gözü ile görünür hale getirmiştir. Bu zamana kadar insanlar sadece oturdukları dünyayı biliyorlardı. Ancak evrenin tanınması ile dünyanın sadece basit bir küreden ibaret olduğu herkes tarafından anlaşıldı.
Yeni dünyaların keşiflerinin insanlara en büyük faydası kültür, sanat, sosyoloji, inanç gibi düşüncelerde komple çalışma gibi bir ufkun açılmasına sebep oldu. İşte dünyadaki bütün insanların benzer düşüncelere sahip olmasına 1970’lerden itibaren “Küreselleşme” denmeye başlandı. Farklı sosyal ve kültürel bünyeleri olan insan gurupları birbirini öldürmek yerine birbirinin geçmişi, tarihi, kültürü, dini ile ilgilenmeye başladılar. Bir batılı idare şekli olan “Ulus Devlet” düşüncesinin, özellikle tek süper güç olan ABD tarafından sorgulanmaya başlanmasıyla Avrupa kendini bu gelişmelerin gerisinde hisseti. Elbette Hristiyanlığın “Ulus Devlet” ile problemleri ve anlaşmazlıkları vardı. Lâkin doğuda teokrasiye dayalı konfedere imparatorluklar bünyesinde bile 10.asırdan beri “Ulus Devlet” görüşlerinin sağlam kaideler üzerinde pekâlâ ve ahenk içinde yaşadığını görmekteyiz.
Mütekâmil anlamda Türk İmparatorluklarında görünüş “Unsurlar Devleti” olmasına karşılık, gerçek “Ulus Devlet” şekli her zaman göründüğü gibi, böyle bir anlayışın “Tekleşme”sine diğer unsurlar da uyum sağlamışlardı. Bunun sebebi, özellikle İslâmi devirde, Selçuklu ve Osmanlı idarelerinde gerçek anlamı ve bütün şubeleri ile yaygın bir “Hukuk Devleti” anlayışı hâkimdi. İnsanları bir arada tutan, hukukun üstünlüğüne olan sağlam bağlılıktı. İslâmi bir yol olarak Türklerin benimsediği “İtikadi” doktrin “Fıkıh”, yani hukukun üstünlüğüne riayet ediyordu. Çünkü “Fıkıh”, ”İtikadi” inançlara ters düşmüyordu.
Rönesans’tan sonra batılı dostlarımızın eline böyle imkânlar geçmedi. Çünkü “İslâm İtikadı”nı kuvvetlendiren ve yeni çözümler getiren ”Hadis” müessesesinin yokluğu düşünceleri sübjektif olmaktan kurtaramıyordu. İşte Hristiyan dünyasının içine düştüğü kaos ve handikap budur. Bu sebeple özellikle ABD’de “İslâmi İlimler” üzerinde yoğun çalışmalar yapılmasına karşılık, batılılar “Oryantalizm”de bocalamaktadır. Bu sebeple gerçekten küreselleşme “Ulus Devletler”in kapısını çalıyorsa başta Fransa olmak üzere bütün batı bunun sonuçlarını hesaplamak zorundadır.
İslâm Dünyası “Küreselleşme”nin zerre kadar farkında değildir. Ülkemizde dahi bu görüş yeni yeni konuşulmağa başlanmış, henüz çalışmalara dönüşmemiştir. Bu sebeple özellikle Marksist kökenli aydınlarımız “Küreselleşme”yi komünizmin “Beynelmilelciliği” gibi anlamak istedikleri için bu yönlü görmektedirler. Buna karşılık yaşama şeklimiz hâline gelmiş olan İslâmiyeti temsil eden cephede ise hafif bir karışıklığa rağmen derin bir kararsızlık devam etmektedir. Bir kısım şoven kafalar ise “Küreselleşmenin” nimeti gibi gördükleri “Ulus Devlet” düşmanlığını azınlık milliyetçiliğine tahvil etmeye çalışmaktadır. Görüldüğü kadarı ile “Küreselleşme”den ne anlanılması lazım geldiği kendi kendine strateji üretip alıcı bulamayan güya uzmanların bilimden ve dünyadan habersiz değerlendirmelerine bırakılmıştır.
Dünya jeopolitiğinin yarısını elinde bulunduran Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD “Küreselleşme”nin tek başına imparatoru olmuştur. İmparatorun düşüncelerine çoktan beri dünyanın ” McDonald’s”ın restoranları gibi olacağı şeklinde bir örnekleme yapılıyor. Halbuki Türkiye’nin 4-5 Büyükşehri’nde açılan bu lokantalar müşteri bulamadığı için yarı yarıya kendi vatanına taşınmıştır. Paris Sorbonne’nin Müslüman entelektüellerinden Prof. Muhammed Arkoun’in bir çalışmasına göre “Maddi modernitenin parçalarının ihraç edilmesinin yol açtığından daha fazla kırılmalar, gerginlikler, çelişki ve kolektif ihtilaflar doğuracağı kabul edilmeli.” gibi görüşler her gün doğruluğunu ortaya koymaktadır.
Gerçekten bugünkü teknolojik gelişmeler sonucu özellikle haberleşme sebebiyle insanlar ve toplumlararası kültür alış-verişleri bir hayli hızlanmış ve adeta siyasi hudutlar ortadan kalkmıştır. Bu doğrudur; imkânlar gerçekten yeni bir küresel insanlık ortaya koyacak boyuttadır. Tabii olarak yeni sosyal ortamlar, yeni görüş ve eğilimler olacaktır. Ancak bunlara karşı sınırları korumanın tek yolu o topluma ait inanç ve görüşlerin ilmi seviyede çalışılması şarttır. Küreselleşme İmparatoru dünyanın bir lokanta gibi idare edilemeyeceğini görünce, batının bağnaz Hıristiyanlığı ile en alt bir İslâmi unsur olan “Cihad”ı sorgulamaya başlamış ve hemen hemen İslâm’da münakaşa konusu olmuş bütün disiplinler masaya yatırılmış bir vaziyette çalışılmaktadır.
Elde edilen siyasi sonuçlarla Orta Doğu’ya “Küreselleşme” çerçevesinde müdahale eden ABD’nin Libya-Mısır-Irak-Afganistan-Suriye deneyimlerinde istenilen sonuçlar elde edilememiştir. Demek ki İmparator’un küreseler teklifleri komple tutmayacaktır. Çünkü İslâm ülkelerinin bünyelerine uymayan diretmelere karşı temelleri sanıldığından da sağlamdır. Allah daim etsin.
Bugünlük de bu kadar, esen kalın.