Ortaçağ “Devlet” anlayışını dinî temayüllerden arındırmak kesinlikle mümkün değildir. Hristiyanların anlayış değiştirmesi, hatta “Reform” gibi “Dinde Yenileşme” hareketleri, dinî görüşlerin devletteki tesirlerini azaltmamıştır. İslâm’da Emeviler ve Abbasilerin orta devrindeki sür’atli fikri kazanımlar, ”Militan İslâmcılığı” doruğa tırmandırıp var olagelen “Fundamentalist İslâm”ın hâkimiyetiyle “Siyasi Arap İslâmı” gibi tamamen oynak bir tavan seçilmiştir.. Bu sebeple bu dönemlerde “İslâm”dan ayrı bir devletin varlığından söz etmek mümkün değildir. Devlet siyasi nüfuzunu “Halife” veya “İmamlar” aracılığı ile kullanmış,değişik görüş, düşünce ve anlayış farklılıkları da işte tek olan devlet hâkimiyeti anlayışından çıkmıştır.
İslâm’ın tek başına Arap’lı devirlerinde belki “Siyâsi İslâm” çok anlamlı idi. Netice itbariyle, Hz. Peygamber’den Ashab’a kadar “Hâşimilik”, dolayısıyla Arap ırkına tutkunluk normal sayılılabilirdi. Kendi içlerinde bu görüşlere karşı çıkmak bir yana, bir Arap Müslüman olarak izah etmek ve kabullenmek de zor değildir. Lâkin Farsların ikinci millet olarak İslâm saflarında yer almaları mutlaka ortaya bir siyâsi taksim meselesini çıkaracaktı. İşte önceleri tamamen “Sünnî” olan Farslar, bütün İslâmi bilimlerde İslâm tefekkürüne iştirak etmelerine rağmen orta zaman sonrası İslâmi hareketlerde “Şia”ya meyletmişlerdir. ”Fıkıh-Kelâm-Hadis” ve “Tasavvufî” ilimlerde İranlı mütefekkirlerin hizmetlerini inkâr etmek mümkün değildir.Aslında tamamen siyasi olan ve zaman zaman militarizmi de aşıp insanlar arası vahşete dönüşen “Arap Müslümanlığı”nda tabii olarak Farslar, İslâm’ı Arap Hilâfeti veya İmâmeti karşısında birleştiren “Sünnî” anlayışa karşılık “Şia” gibi “Batıni” bir İslâm anlayışına yönelmeleri gayet normâldir. Bu hususu bazı düşünürlerin speküler amaçlarla “Fars Milliyetçiliği”nin mukabil hareketi olarak değerlendirmeleri çok doğru değildir. Çünkü böyle bir iddia karşısındakileri inandırabilecek seviyede çalışmalardan yoksundur. Ciddî bilim adamları böyle temelsiz işlerle uğraşmıyor. ”Siyaset Bilimi” ve “Teolojik” düşünce şekillerinin geniş bir sosyal ve kültürel ortamda diyalektize edilmesi şarttır. İşte Hristiyanlık içinde kendine, kendi adları ile yer bulamayan başta İngilizler olduğu halde bir takım “İsevîler”in “Protestanlık”ı benimsemelerinin sebebi budur. ”Şiî” “Deylemliler”in orta devir Abbasi Hilâfeti’nde Kuzey İran’da başlatıp bilâhare Güney İran ve Irak’a da hâkim olarak Bağdat’ı ele geçirip “Büveyhoğlları Hanedanı” adıyla Abbasi Halifelerini tayin etmeye başlamışlardı. Deylemler’in Fars olup olmadığı kesin olarak ispat edilmemiş olmasına rağmen dayandıkları halk, çoğunluk olarak Farslardı. Şüphesiz bu “Büveyhoğulları” dönemi de yeterince incelenmemiştir. Ancak muharip bir unsur oldukları ve “Türkmenler”i sevmedikleri ciddî kaynaklarda bulunabilir.
Epey bir zaman önce “Deylemliler” diye bir yazı yazmıştım. Bizim Tunceli’de halk arasında bu deyim kullanılmasına rağmen,”Deylemî” olmakla ”Türkmen” olmak hatta “Türkçe konuşmanın bile bir arada zikredilmesi mümkün değildir. ”Kürtler”e bile “Deylemî” demek için yeterince bilgilere sahip değiliz. Harun Reşid’in oğlu “Memun” zamanında, anasının Fars olması dolayısıyla Büveyhiler’e çok iyi davranıldığını ve sözlerinin bir hayli geçtiğini biliyoruz. Fakat bu işi yine “Soy” ile irtibatlandırmak yüzeysel bir görüştür. Bizi sağlam sonuçlara götürmez.
“Büveyhoğulları”nın Abbasi Hilâfetini kısa sayılmayacak, bir asırdan fazla yönetmeleri şüphesiz ki “Hilâfet”in paylaşılması demekti. İşte Selçuklular ile birlikte “İslâm Siyasi Düşüncesi” içerisinde üçüncü bir millet olarak “Türkler”in iştiraki de, bir takım siyasi-kültürel-sosyal sonuçları ortaya çıkaracaktı. Esasında İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe ve İmam Ebû Mansûr-i Mâturidî dolayısıyla Horasan ve Maveraünnehir gibi Orta ve Güney Asya Müslümanları tamamen “ Sünni” inançlara sahiptiler. Sultan Tuğrul’dan 26 yıl evvel Gazneli Mahmud özellikle Horasan’da Büveyhi hâkimiyetine son verdi; 1055’de ise zamanın Abbasi Hâlifesi’nin isteği ve daveti üzerine Sultan Tuğrul Bağdat’a girerek Büveyhi hâkimiyetini tamamen ortadan kaldırmıştır. Bağdat’ın günlerce Türkçe nağmelerle inlediği ve Halifelerle Harun Reşid’den sonra ikinci defa akraba olunmuştur.
İslâm’da Türkî yıllarda Türk Hükümdarları kesinlikle kendilerinden evvelkiler gibi dini meseleleri tamamen âlimler ve Hilâfet’in idâresine bırakmışlardır. Bir ayrılıkcı hareket olarak Hasan Sabbah’ın “Nizarî İsmaililiği” bile sui’kast olaylarına rağmen tamamen İslâmi ilimlerle uğraşan muhataplarına bırakılmıştır. Aksi halde Nasireddin Tusi’nin Türkler arasında da taraftar bulmasını izah edemeyiz. Türk Moğol’u Hülâgü’nun 1256’da Alamut, 1258’de de Abbasi Hilafeti’ni ortadan kaldırması tamamen “Siyasi Hâkimiyet”in “Türk Düşüncesi”nde paylaşılmaması esasına dayanmaktadır. Şüphesiz bu “Hakimiyet” için çeşitli bahaneler kullanılmıştır, ama dini sebeplerin çok sonralarda yer aldığını düşünmeliyiz. Yani öyle bazı İlahiyatçı dostlarımızın savunduğu gibi “Putperestliğin İslâm”a karşı zaferi değildir. Aksini düşünürsek İlhanlı Olcaytu’nın “Şiiliğe” meylini açıklayamaz ve büyük ölçüde “Gazan Han” Müslümanlığı da, bir miktar karşılıksız kalır.
Gerçekten Türkler, İslâmiyeti Allah kelâmı olarak karşılıksız sevmişler, çok saf ve “Sûfî” duygularla benimsemişlerdir. Bu konuda Farslar biraz Türkler’e benzerlik gösterirse de, “Kafayı Vermek” anlamında İslâmın emrine giren başka bir millet zor gösterilir. Üstelik bu duygularla İslâm tarihinin en huzurlu günlerinin Gazneli-Selçuklu-Harezmşah-Osmanlı-Timurlu devirleri olduğu hiçbir çalışmada inkâr edilemez.
Hangi gerçek veya rivayet, usul ve kaideden kaynaklanırsa kaynaklansın bugünkü gelinen nokta ve modern siyaset literatüründe, hangi kabile veya kavim adını taşırsa taşısın “Arap Irkı”nın “Müslüman Milletler” üzerinde bir ayrıcalık unsuru olarak hakimiyet kurmaları veya böyle bir “Siyasi İmamet”in tesisi mümkün değidir. Yoksa kendi içinde, özellikle Türk topluluk ve Uluslarında “İslâmiyet”in her bakımdan bir üstünlüğü vardır. Tamamen “Laisizmi” tercih eden bugünkü Türk devletlerinde hiçbir şekilde “İslâm”ı yok sayan veya ikinci duruma düşüren bir laikliğe kesinlikle itibar edilmemektedir. Boşu boşuna bazı rüyaları yanlış tabirlemenin hiçbir anlamı yoktur. Türkiye’de Cumhuriyet yıllarında adına “Kemalizm” denen tasarlanmamış düşünce nitelemesinin, yine de ne kadar haklı olduğunu bugün önceki dönemlerde birbirini yaratan ikitidar–cemaat kavgasından daha iyi anlıyoruz. Bu sebeple Cumhuriyet ile birlikte “Kemalizm”in İslâmi düşünceleri zaafa uğrattığı hatta yok ettiği şeklindeki iddialar, sadece iddia olmaktan ileri gitmemektedir. Osmanlı’nın bir türlü başaramadığı tekke ve zaviyelerin kapatılarak “Sünnî İslâm”ın desteklenmesi, her ne kadar devletin din üzerinde hâkimiyet sağlaması gibi yorumlanıyorsa da, bu konudaki görüş ve açıklamalar siyasi polemiklerden ileri gitmemektedir. Kesinlikle ilmî araştırmalardan yoksun olunduğu gibi çeşitli oturumlarda tıpkı “İsmailî Fedaileri” gibi avanturist-İslâmcı militanlar konun uzmanları karşısına çıkarılmakta ve ağızlarından “Kemalizm”e salyalar akıtarak hücûm etmektedirler. Bunlar metot değildir. Bu iş maalesef iktidar eli ile yapılmaktadır. Kıçını yıkayacak derecede İslâmi tefekkürden yoksun bu “el-Kaide Müsveddeleri” Kemalizm’in müsaade ettiği imkânları kullandıklarının farkında değillerdir. Polemik ve demogoji ile İslam’ın bir yere getirilmesi mümkün değildir. Bırakın bu iş akademilerde tartışılsın. Her nedense bu yol pek istenmemektedir? Çünkü o zaman gerçek ortaya çıkacak ve siz günlük siyasette “Siyâsi İslâm”ı kullanamayacaksınız.
Gerçek İslâmcılar’ın görevi “Türk Müslümanlığı” üzerinde bütün ikmal edici unsurları ve şubeleri ile birlikte çalışmak olmalıdır. Türk Medeniyeti; kültürü-inanç sistemi-sosyal hayatı- ve gelenekleri ile hiçbir şekilde İslâm’dan ayrılması mümkün değildir. Bu bir hamaset edebiyatı değil gerçeğin ta kendisidir. Eğer ”Siyâsi İslâm” düşüncesine sağlam bir açıklama getiriyorsak evvelâ kendi milletimizin değişik halkları ve ulusları üzerinde bunu denemeliyiz.
Sağlıcakla kalın.