Ali BADEMCİ
Oğuzlar, âilenin çocuklarının evlendikten sonra ayrı yaşadıkları odaların kapıları daima orta boşluğu bakar. Burası âile fertlerinin müşterek alandır. Meselâ tuvalet ve özellikle yüz yıkamak, abdest almak için akar veya taşıma suyun temin edildiği araç da burada bulunur. Lavabo diyebileceğimiz bu mekânın sağ ve solunda daima bir veya birkaç havlu bulunur. Yaylaklar veya kışlaklarda da mutlaka böyle çalılıkla kapatılmış bir tuvalet vardır; Oğuzlar açığa tuvalet yapmaz. Tuvaletten çıktıktan sonra kullanılan havlu ile abdest havlusu daima ayrıdır ve çok temizdir. Sabun mutlaka el yapımıdır ve yörenin bol olan yağlarından yapılır. Hayvan yağından başka yağ bulunmuyorsa ondan; zeytin, defne, tesbi gibi evcilleşmiş ağaçlar varsa bunların yağı kullanılır ve sabunun kokusu çok uzaktan gelir. Bu müşterek mekânlarda bir asma, hurma, nar gibi meyve ağacı bulunur. İncir kaşındırdığı, ceviz uyuttuğu için bu mekânlara dikilmez.
Tarif ettiğimiz mekâna Oğuzlar avlu karşılığı, “Havuş” veya “Hayat” derler. Dış kapı kilitlendi mi bu mekâna âile fertlerinden başka kimse giremez. Yazın âilecek yere bir kilim serilir kardeşler ile eşleri, ebeveynler, daha yaşlı olarak dede ve nineler bu sofrada birlikte yemek yerler. En büyük âile ferdi eline kaşık almadan kimse yemeğe niyetlenmez ve “Besmele” çekmez. Sonra teker teker ağızlardan “Besmele” telâffuz edilir. Oğuzlar çift mekânlıdır; yerleşik ve kışlık evlerin dışında keçi ağıllarının üstü veya yanında “yaylak” denilen bir mekânları daha vardır. Burada neler var? Mesela küçük bir yer âdet üzre keçi ilâçları, kırkım âletleri, kaşağı; hatta kesileceği zaman kasap âletleri gibi levâzım bulunur. Kalabalığın kalamayacağı kışla evinde bir köşede daima “Kavurma” kabı ve bunun içinde ağaçtan yapılmış alma kabı, “Çömçe” bulunur. Elbette keçilerin ve koyunların geceyi geçirdiği kapalı mekâna “Kışla” derler, onun önünde yazlık olarak kullanılan ve çalı çörpü gibi şeylerle çitlenmiş bir “Ağıl” kısım vardır. Su sokusu dışarıdadır ve keçiler çıkmadan doldurulmuş, berrak bembeyaz bir sudur. Keçi durgun ve ozonu kaybolmuş suyu içmez, koyun gibi değildir; daima temiz su ister! Bu sebeble “Keçinin uyuzu suyun gözünden içer.” derler. İşte bundan sonra “Yayma-Yayılma” safhası gelmiştir ki sabah gün doğmadan, çiçekler uyanıp sürgünler büyürken başlar ve öğlenin sıcağına kadar devam eder. Öğle yine sulama ve “Ağıl”da geviş getirip yediklerini et ve süte çevirme zamanıdır. Bu dağ hayatı çok zordur; hele sürü kalabalık ise onları “Kurt-Tilki” gibi hayvanlardan korumak lâzımdır; çoban olarak bir eksikle gelirsen, “Oba” reisi kaşları çatık, zalim, dayakçı adamdan güzel bir kötek yiyebilirsin! Çünkü “Oğuzlar”da insan hayatının bir keçi kadar değeri yoktur.
Keçiler Şubat ayında doğum yapar; nefis “Ağız” o zaman çıkar; “Ağız” doğumdan sonra ilk gelen ve hava ile temas ettikten sonra sararıp pelteleşen “Süt”e verilen addır. Keçi yavrularına “Oğlak”, koyun yavrularına “Kuzu” derler. “Oğlak” ikinci yaşına gelince; dişi ise “Cebiş” erkekse “Teke” namzedidir; biri ana öteki baba olmaya hazırlanmaktadır. Doğurgan “Cebiş” kesinlikle eti için kesilmez, mutlaka kısırlaşma yani analığı kaybetmesi beklenir; zaten bunun eti de çok serttir. Fakat iki yaşını geçmiş “Teke” eti pek semiz ve lezzetlidir.
“Tekeler” ikinci yaşta ve özellikle çiftleşme zamanında sürüden ayrılırlar; bu iş genellikle yaz aylarıdır. Bu zamanda etrafa çok kötü bir erkeklik kokusu saçarlar. Onlara ayrı bir çoban görevlendirilir ve üce dağların sakin yerlerinde yayılım yaptırırlar. “Teke” olsun “Cebiş” olsun gençliğin ve ataklığın verdiği kuvvetle küçük küçük dallara kadar tırmanırlar ve sürgünün tam ilk ucunu yerler. Bu huyundan ötürü keçi ile savaş aslında tabiatla savaştır.
Yaz sonu geldi mi artık “Kırkım” mevsimidir; bu iş kalın ve el yapımı ağır bir makasla yapılır. Katiyen keçi kılları araya verilmez bunlardan “Çadır Kabut “u örülür ki su geçirmez; sanırım ki Hz. Peygamber’in de Oğuzlar’dan aldığı ve çok sevdiği “Kıl Çadır” böyle dokunmuştur. Kırkım esnasında Oğuzlar’ın Türkistan’dan beri yaptığı “Peynirli Helva” denen bir şölen tatlıları vardır. Peynire katılan buğday unu mutlak olarak “Beyaz Buğday”dır. İşlenmesi kolay olduğu için pişirim bittiğinde bir kulaç kadar süner.
Keçinin gübresi çok kuvvetli ve güzeldir; dibine konduğu incir büyükçe olur, zeytinler ise çok verimli hale gelir! Fakat çok koymamak lâzım keskin olduğu için ağacı yakabilir; onun için daima kışlalar “kırkım” da boşaltılarak temizlenir ver gübre kış gelip yağış başlamadan tarla ve bahçelere dökülür!
Dağcı göçebe Oğuzlar nadiren büyükbaş havyan besler; çünkü bunlar dağlarda yayılıp rahat edemez. Kapalı besicilik eski Oğuz kültüründe yoktur. Hatta bugün göklere çıkarılan “Halep keçisi”ni katiyen bu yöredeki dağlarda bulamazsınız; koyunlar da nazik hayvanlar olduğu için ancak “Yörükler” tarafından beslenir. Halep Keçileri’nin memeleri büyük sütü fazla olduğu için çalılar arasında rahat edemez ve çalılara tırmanamaz, nazik bir hayvandır ki ancak Haleb’in geniş düzlükleri ve ovalarında koyunla birlikte yayılırlar.
Oğuzlar bu dağ çobancılığına “Davarcılık “derler; “Davar” kara keçinin en eski adıdır. Eski sözlüklerde mutlaka vardır. “Karageçililer” adı da buradan çıkmıştır, iddialara göre ilk Osmanlı âilesi de “Karageçili”dir; “Sarı” ile sanırım “Halep Keçileri” ifâde edilmek isteniyor. Kısmetse daha bir yazı ile devam edeceğiz.
Muhabbetle.