
Ali BADEMCİ
Ne yazık ki Araplar ve hatta Farslar iki buçuk asırdan fazla dağdan inen ve gerçekte nur özelliği taşıyan bu muazzam sosyolojik hareketin hâlâ farkına varmış değillerdir. Farslar’ın İran yaylalalrına inen kültür ve medeniyet yüklü bir ırkı “Çoban” ve daha sonraları da Araplar’ın “Etrak-ı Biidrak” diye aşağılayıcı sıfatlarla anmasının gerçek bir gerilik ve medeniyetsizlik olduğunu ileri İslâm tarihi ortaya koymuştur. Türkler’in İslami devrinin o iki dev şahaseri Arap veya Farslar’dan, hatta İslâm’dan alınan ilhamla değil bir tarihi birikimin ürünü olduğunu ne yazık ki bizler dahi tam olarak anlayabilmiş değiliz. Halbuki Kaşgârlı eserini Türkçe ve Türklüğün Arap ve Farslar’a üstünlüğünü ispat için ortaya koymuştur.
Türk tarih sosyolojisi iyice incelendiği zaman kültür elementlerinin ne derece sağlam oturduğunu ve yekpare bir parça oluştuğunu yakından görürüz. Turan coğrafyasında Türklüğün teşekkülü ve gelişimi incelenmeden Türkistan ve özellikle İslâmi dönemi izahta güçlük çekeriz. Olayların serüveni bizi kuru tarih masallarının dışına çıkarmaz. Hadise tarihçiliği modern sosyolojinin gelişmesi ile artık nesilleri ve ilim adamlarını tatmin etmediği gibi çok inandırıcı da olmuyor! Hoca Ahmed Yesevi bir avuç konar göçerleri ile Türkistan’ın Oğuz yurdunu ne için ve nasıl mekân tuttu? Kırık dökük olduğu sanılan ve çoğu zaman aydınlar tarafından hor görülen İslâmi ideolojiler ile Türk aşiret kültürünün teması nasıl oldu da bir erimeye uğramadı? Bunun tam aksine Türkistan’da aşîret sloganları, bir hakikat olan ilâhî buyruklar karşısında kendini korumak bir yana muazzam bir tekamül devrine nasıl girdi? Yüksek İslâmi kültür, zayıf ve temelsiz olduğu sanılan, hatta teolojinin ilkel ve proto seviyelere kadar indirdiği bir kültürü ortadan kaldırmak yerine âdeta ona nasıl teslim oldu? Türkler’in İslâma intisabından sonra İslâm tarih ve kültürünün gerçek saadet devrine girdiğini tarih doğrulamaktadır; bu galibiyetin oturduğu sosyolojik hayat bizi elbette bu sırrı araştırmaya sevk etmelidir. Sosyolojik tarih olaylar tarihine anlam kazandırmıştır, bu sebeble X. asırdan itibaren Türklük biliminin inkişafındaki sırları gözler önüne sermeden Ahmed Yesevi’yi hakkıyle ortaya koyamayız!
Yerli yersiz Türk tarih sosyolojisine yapıştırılan şu “Göçebelik” işinden başlamalıyız. Eberhard Çin kaynaklarına dayanarak “Proto Türkler”in hiç de anladığımız manada göçebe olmadığını kuvvetli delillerle ortaya koymuştur (Çin Tarihi, s.17). Türkler’in daha ilk “Taş Devri”nde “Buğday” ve “Darı” ziraatı yaptıklarından eminiz. Hatta insan ve toplum hayatında büyükbaş hayvan besleme gibi ikinci evrimde Türkler’in bu tarafa yöneldiği at-sığır besledikleri, bu işi mübadeleye dayanan ticari iş haline getirdiklerini bilmekteyiz. Elbette küçükbaş hayvancılığı insan hayatının zati ihtiyaçlarını karşılamak için avcılıktan sonra buldukları bir yaşama şeklidir. At besleme ve yetiştirmenin Shensi ve Kansu’da Proto-Türkler zamanından itibaren dünyaya yayıldığı hususunda âlim ve ilimlerin tam bir fikir birliği bulunmakta ve tarih olarak M.Ö.3000’li yıllar işaret edilmektedir. Bu husus o zamanın dünya sosyolojisinde insanlığın önderi Asya kültüründe, Proto-Türkler’e komşu Moğol, Kora, Tibet, Liao ve Tao gibi Çin olduğu düşünülen kültürlerin çok ileri bir merhalesini ifâde etmektedir. Elbette Shensi ve Kansu Türkler’in ilk vatanları değil belki kenar veya uç noktasıdır. Çünkü bugün Hunlar’in sanılığı gibi Uzakdoğu’dan geldikleri görüşleri yerine Göktürkler gibi bir Ötüken kavmi olduğu ve Hun-Göktürk devamlılığının da bununla ilgili bulunduğu geçen asırda A.Hermann tarafından ispatlanmıştır (Ögel,Türk Kültür Tarihine Giriş, I/s.153). Türkistan ötesi Turan coğrafyasında Türk ırkının batıya doğru iki ileri bir geri hareketlerini de milât asırlarındaki kuraklılık veya kıtlıkla izah etmekden çoktan vezgeçilmiştir. Türk ırkına hareket veya aksiyon kazandıran baştan beri sahip oldukları at kültürü ve sonra kullanılmaya başlayan “Atlı Arabalar”dır. O zamanın dünyasında “Atlı Arabalar” mutlak surette devrin büyük bir icadı hatta uçağıdır. İşte Türkler’in hareket kabiliyeti “At”a dayalı tamamen ekonomik bir yönlendirici olan sanayi hayvancılığıdır. Hâlâ sanayide gücün “Beygir”le ifâde edilmesinin sebebi işte budur. Öyle ki Türk kültür ve inanç hayatında, ilâhi varlıklara küçük baş hayvanları yoksullar kurban ederken, zenginler ve asillerin at kurban etmelerinden de Türkler’de büyükbaş hayvan yetiştirmenin önemini anlayabiliyoruz. Bu güçlü hayvanların ziraatte kullanılması da çok ileri bir toplumsal merhaledir.
Elbette “At”ın önemini vurgulamadan Türk göçebeliği ve aşiret sosyolojisini îzaha kavuşturamayacağımız gibi, Türkler’in hareketliliğini Hunlar’da açık gördüğümüz doğu-batı serüvenini de anlamlandıramayız. Türk ırkını batıya çeken mıknatıs kesinlikle zamanın Türk kültür ve medeniyetidir. İlk Müslüman olan Türkler’in Kudadgubilik, Divan-ı Lügat-it Türk gibi ilmi eserleri ortaya koyacak hafıza, kapasite ve ileri kültürün İslâmiyet’ten önce nasıl teşekkül ettiğini hiç düşünebildik mi? Hâfızası olmayan bir âlim ilmini nasıl ortaya koyar? Kafasında bir şey bulunmayan düşünür olur mu? Ne yazık ki Araplar ve hatta Farslar iki buçuk asırdan fazla dağdan inen ve gerçekte nur özelliği taşıyan bu muazzam sosyolojik hareketin hâlâ farkına varmış değillerdir. Farslar’ın İran yaylalalrına inen kültür ve medeniyet yüklü bir ırkı “Çoban” ve daha sonraları da Araplar’ın “Etrak-ı Biidrak” diye aşağılayıcı sıfatlarla anmasının gerçek bir gerilik ve medeniyetsizlik olduğunu ileri İslâm tarihi ortaya koymuştur. Türkler’in İslami devrinin o iki dev şahaseri Arap veya Farslar’dan, hatta İslâm’dan alınan ilhamla değil bir tarihi birikimin ürünü olduğunu ne yazık ki bizler dahi tam olarak anlayabilmiş değiliz. Halbuki Kaşgârlı eserini Türkçe ve Türklüğün Arap ve Farslar’a üstünlüğünü ispat için ortaya koymuştur. Aşağılanan ve bizim de hâlâ kıymetini bilmediğimiz sözkonusu iki eser elbette “Bengütaşlar”daki felsefe ve inancı tamamlıyordu. Bugün bunları birlikte inceleyebilmiş miyiz? Sonradan “Barbarlık” gibi gülünç ifâdelerle anılan Türk sosyal hayatına anlam kazandıracak çalışmalar yapabilmiş miyiz? İşte esas mesele budur! Türk sosyolojisinde “Göçebelik”i tam olarak anlamadıktan sonra İslâmi Türk İdeolojisini de açığa çıkaramayız. O sebeble bu yıl boyunca Hoca Ahmed Yesevi’yi incelerken üstad Köprülü’nün bıraktığı yerden başlamalıyız. İşte o zaman bugüne kadar topluma indiremediğimiz ve anlatamadığımız Ahmed Yesevi’yi belki gerçek makamına taşıyabileceğiz.Önümüzdeki yazıda inşallah Türk göçebeliğini böyle bir yazı boyutuna sığdırmaya çalışacağız.
Muhabbetle.
Dizinin ilk yazısını okumak için resmin üzerine tıklayınız..