“BİR DOST DAHA GİTTİ
Çocuk yaşlarında milliyetçilikle tanışan, genç yaşta Hacc’a giden, yıllarca M.H.P. İzmir İl Başkanlığı yapan, Türk-İslam Ülküsü’nün bayraktarlarından, elli yıllık dostum, Ömer Işık’ın vefatını oğlu telefonla bildirdi. Mekanın cennet olsun vefakar kardeşim. (09.08.2016)
Ahmet B.Karabacak”
Üç Hilâl’in Kahramanları:
İdealizmin ve Fedakârlığın zirvesine ulaşan adam
ÖMER IŞIK
Türk millî edebiyatının önemli ismi, çağdaş Türk hikâyeciliğinin öncüsü, Yeni Lisan hareketinin ve arı Türkçenin şuurlu savunucusu Ömer Seyfettin’in bilindiği gibi pek çok eseri vardır. Yazdığı hikâyeler, sanki bugün yazılmış gibi zevkle okunuyorsa, onun Türk Dili’ne olan sevdasından ve ona hâkim olmasından kaynaklanıyor. Çağdaşları geleneksel Osmanlıca ile oyalanırken, ileriyi gören Ömer Seyfettin, bir grup arkadaşı ile Millî Edebiyatın öncülüğünü yapmış, kısa ömrü içinde pek değerli eserler vermiştir. Sadece dilde Türkçülüğün değil, Türklük Ülküsü, Yarınki Turan Devleti adlı eserleriyle ve elbette pek önemli hikâyeleriyle Türk insanına ufuklar açmıştır. Bunları aşağı yukarı hepimiz biliyoruz. Ben Ömer Seyfettin’in bir hikâyesinden bahsederek, idealizmin ve fedakârlığın ölçüsünü ve bu ölçüyü bugün de taşıyan Ömer Işık dostumdan bahsetmek istiyorum:
Ömer Seyfettin’in “Pembe İncili Kaftan” diye bir hikâyesi vardır. Osmanlı’nın Şah İsmail dönemi İran’ı ile bilindiği gibi, sonu savaşa giden siyasî bir sürtüşmesi sürer gider. Şah İsmail, Osmanlı Devleti aleyhine İran topraklarını genişletmek ve Orta Doğu’da tek siyasî güç olmak istemektedir. Osmanlı devleti ona, bu sevdadan vazgeçmesi için bir elçi göndermek ister. Ama bu elçi öyle biri olmalı ki, Şah İsmail’in önünde ezilmemeli, onun tehditlerinde korkmamalı, yani Osmanlıyı maddî ve manevi bakımdan tam temsil etmelidir. Enderun’da aranır, böyle biri yoktur. Sorarlar, araştırırlar; İstanbul’un muteber zenginlerinden Muhsin Çelebi’nin böyle biri olduğunu öğrenirler.
Muhsin Çelebi siyasetle ilgilenmeyen, kimseye boyun eğmeyen, çevresine yardımlar yapan, İstanbul’un zenginlerinden biridir. Şah İsmail’e elçi olarak gönderilmek istenince şartlarını sıralar: Devlete hizmet karşılıksız olur. Bütün masrafı kendisi yapacaktır. Karşılık olarak hiçbir şey kabul etmeyecektir. Devlet onun şartlarını kabul eder. Muhsin çelebi, bütün varlığını rehin ederek muazzam bir ekip kurar. Ve o sırada İstanbul’a satılmak üzere getirilen çok kıymetli “Pembe İncili Kaftan”ı dönünce iade etmek üzere kiralar…
Şahın huzuruna çıkınca kendisine oturacak bir yer hazırlanmadığını görür. Şah, Osmanlı elçisini ayakta tutarak Osmanlıya hakaret etmek, aşağılamak istemektedir. Muhsin Çelebi tereddüt etmeden Kaftanı çıkarır, yere yayar ve üzerine oturarak Şah’a gerektiği şekilde davranır, söyleyeceklerini yüksek sesle söyler, izin almadan kalkar; gitmeğe başlar. Şah, hiddet içindedir ama, Çelebi’nin cesaretinin tesiri altında kalmıştır. Adamlarına kaftanı kendisine vermelerini söyler. Muhsin Çelebi: Biz yere serdiğimiz şeyi, tekrar sırtımıza almayız. Sarayınızda bir elçiyi oturtacağınız, ağırlayacağınız yeriniz bile yok diye bağırır ve çıkar…
Muhsin Çelebi İstanbul’a döner, olanları yetkililere anlatır. Kaftanı sorarlar, orada bıraktığını söyler. Devlet tazmin edelim, der, kabul etmez. İade ettiği rehinlerden eline geçen para ile küçük bir bahçe alır, sebze yetiştirir, pazarda satarak geçimini sağlar. Kimseye de yaptığı fedakârlığı anlatarak “aferin” beklemez…
***
Ömer Işık’ı, Komünizmle Mücadele Derneği’nin 1966 yılında İzmir’de yapılan büyük Kongresinde tanıdım. Biz, birkaç kişi İstanbul delegesi olarak gitmiştik. Esas gidiş sebebimiz, artık pek önemi kalmayan bu dernekten Milliyetçiler olarak gürültülü bir şekilde ayrılmak, çalışmalarımızı bir yıl önce Türkeş beyin genel başkanı seçildiği partide yapmaktı. Bütün Türkiye’den, temasta olduğumuz arkadaşlarımız da bu düşünce ile İzmir’e gelmişlerdi. Bizi İzmir’de, oradaki teşkilâtın başkanı olan Ömer Işık ve gene yönetim kurulundan, bir sağlıkçı olan Mirat Özçamlı karşıladı. (Mirat uzun süre bizim Millî Hareket Dergisi’ne yazılar yazarak da davasına hizmet etti.)Kongreden bir gün önce arkadaşlarımızla bir toplantı yaptık. Kongrede İstanbul delegesi olarak Ali Karcı, İzmir’den Ömer ışık ve Mirat Özçamlı konuşacak, dernekten ayrıldığımızı söyleyecek ve sebeplerini duyuracaktık.
Erbakan’ın ve Süleyman Demirel’in kontrolündeki diğer delegeler bu çalışmalarımızı haber almışlar, bizi kongrede konuşturmak istemiyorlardı. Ömer Işık ve Mirat Özçamlı “kürsüyü işgal edeceğiz ve konuşacağız” dediler. Birden ortalık karıştı ve kürsü bir anda milliyetçilerin kontrolüne geçti. Bağırma, çağırma, tehdit arasında Ali Karcı, Ömer Işık, Mirat Özçamlı istedikleri süre kadar konuştular. Bu konuşmalardan sonra biz salonu terk ettik…
Ömer Işık, İşletme Fakültesi’ni bitirmiş, babasının İzmir’in önemli yeri Kemeraltı’da üç adet kuyumcu ve sarraf dükkânı olan İzmir’in zenginlerinden birinin oğlu idi. Bir kardeşi, Ali Rıza Işık önce İstanbul’da, sonra Almanya’da birer fakülte bitirdi. İkisi de babalarının mesleğini yapıyorlardı. Türkeş Bey, bir türlü tam randıman alamadığı İzmir’in, parti il başkanlığını genç olmasına rağmen Ömer Işık’a teklif etti. Ömer, Türkeş ve arkadaşları İzmir’e her gelişlerinde onları misafir ediyor, parti çalışmalarında yardımcı oluyordu. Ömer, başkanlığı kabul etti. Esasında bu büyük bir yüktü. Bütün çalışma masraflarını üstlendi. Büyük bir il merkezi kiraladı, çalışacak elemanlar temin etti. O sıralarda milliyetçiler, komünist bölücülerin boy hedefi idi. Ömer’in evini defalarca kurşun yağmuruna tuttular. İş yerine gidemez, evinde yatamaz oldu. Fakat o bundan hiçbir zaman yılmadı. Konuşurken gülerek, sanki tabii bir olay anlatır gibi “gene bizim evi kurşunladılar” der, sakin sakin ileride yapacaklarını plânlardı, anlatırdı.
Ömer’in işi gittikçe bozuldu. Gidemediği dükkânları sattılar. Değişik işler yaptı, istediği neticeleri alamadı. Bir ara beraberce Bulgaristan’a gittik. Orada kaldığımız süre içinde devamlı dertleşiyorduk. Hangi işe el atsa karşısında ya solcuları, ya da masonları buluyormuş. Onun uzun yıllar yaptığı parti il başkanlığı ve başarıları düşman sayısını aklın alamayacağı kadar artırmıştı. Türkeş Bey ona “Ankara’ya gel” demiş. Fakat o İzmir’de hiç ayrılamadı…
BİR HATIRA:
Büyük oğlum Osman ile, bir vesile çıktı, Çeçenistan ve Rusya’ya gittik. Çeçenler kendi dillerinden başka Rusça konuşuyorlardı. Osman kendi gayreti ile çok güzel Rusça öğrenmişti ve Çeçenlerle bu dilden anlaşıyorduk. O sırada Çeçenistan’a Ruslar saldırmışlar, fakat Çeçen general Dudayev’in akıl almaz mücadelesiyle Çeçenistan’ı yakıp yıkarak boşaltmışlardı. Orada bir aya yakın kaldık. Çeçenler kendi özerk bölgelerinde bir meclis kurmuşlar, memleketlerini imar etmeğe çalışıyorlardı.
Biz döndükten sonra çatışmalar gene başladı. Çeçenlerin büyük mücahiti, Dudayev’in damadı Raduyev’in bir çatışmada yüzünün bir tarafı parçalanmış. (Lâkabı Yalnız Kurt olan bu kahramanı ileriki yıllarda Ruslar şehit ettiler.) Türk yetkililer onu Türkiye’ye getirtmişler ve bir özel hastanede tedavi altına almışlar. Çeçenistan’dan Osman’ı tanıyan Çeçenler Raduyev’e tercüman olarak yardım etmesini istemişler. Bana sordu; sakıncası olmadığını söyledim. Bir süre sonra, Ruslar baskılarını iyice artırınca Çeçen meclisinden bazıları Türkiye’ye gelip, dertlerini siyasilerimize anlatmak için zemin yoklamışlar. Fakat Türkiye, Ruslar belki kızar (!) diye cevap vermemişler. Ben bunları bilmiyordum. Raduyev: “Baban bize yardımcı olabilir mi?” demiş. Özellikle M.H.P. idarecileri ile konuşmak istiyorlarmış. Ben Türkeş’in Raduyev ile temasta olduğunu ve yardımlarını biliyordum. Hiç tereddütsüz ve parti yetkililerine sormadan “olur” dedim. Parti seçimlerde 129 milletvekili çıkarmıştı, içlerinde pek çok tanıdığım vardı. Ankara’da, Diyanet İşleri’nde baş müfettiş olan Abdülkadir Sezgin’e telefon ettim. Randevular almasını istedim. Abdülkadir “Ne yaptın ağabey?” dedi. Partiye yeni yönetici olan bazıları böyle teklifleri hemen reddediyorlarmış. İnanamadım önce. Fakat haber doğru idi. Abdülkadir’den ümidi kesince bu konularda tecrübesi ve partide ağırlığı olan Ömer’e, İzmir’e telefonla durumu anlatarak hemen Ankara’ya gitmesini rica ettim. Ömer o gün Ankara’ya varmış. Partiye gidip, o sırada parti grup başkanı (galiba) olan Ömer İzgi’ye durumu anlatmış. İzgi,”Biz kimseyle görüşemeyiz” demiş. Ömer Işık, ”Öyle ise bir milletvekilini görevlendirin” demiş. İzgi “Kimseyi görevlendiremeyiz” diyerek konuşmayı sonlandırmış. Ömer telefon etti, durumu anlattı. O sırada koalisyon ortağı olan M.H.P.’nin benim yakından tanıdığım bakanları vardı. Halûk Çay, Enis Öksüz, Sadi Somuncuoğlu çok eski arkadaşlarımdı. Hemen onlara gitmesini, benim adımı vererek durumu anlatmasını söyledim. Üçü de hiç tereddütsüz “Gelsinler” demişler. Hattâ Halûk Çay o gece Rusya’ya gidecekmiş, bizi saatlerce bekleyerek, Çeçenistan meclisinden gelen on iki meclis üyesi ile görüştü ve dertlerini dinledi, notlar aldı. Ertesi gün Enis Öksüz ve Sadi Somuncuoğlu ile makam odalarında görüşüldü. Çeçen heyetinin geldiğini duyan D.Y.P. genel başkan yardımcısı Saffet Arıkan Bedük ve ANAP Denizli milletvekili, benim çok önceden tanıdığım Beyhan Aslan ile toplantı düzenlendi. Otele Erbakan’ın partisinden milletvekilleri gelerek heyeti ziyaret etti. Üçüncü gün heyeti Türk Ocağı binasına, başkan ve yönetimle görüştürmeğe götürdük. Herkes misafirlere yakınlık göstererek gerekeni yaptılar. Ama biz, benim emek hırsızları dediğim kimselerden iyi bir ders aldık.
***
Ömer Hac görevini yaptı, çocuklarını evlendirdi. Eşi ile bir dayanışma içinde, BAĞ-KUR emeklisi olarak yaşıyor. Yakın dostlarına dahi, yaptığı fedakârlıkları anlatmadan, övünmeden mütevazi bir hayat sürüyor. Kızını ve torunlarını ziyaret için İstanbul’a gelince mutlaka bana uğrar, o sevimli güler yüzü ile “Ahmet ya, ne güzel günler geçirdik değil mi” der. Onun bize gelişi, acı ve tatlı yanlarıyla bir devri gözlerimizin önüne serer. Evet Ömer; sen, dertleri zevk etme hünerini gösteren insansın. Sevgili dostuma torunlarıyla hayırlı ve uzun bir ömür diliyorum…