Fahri Maden
Tarihin bu denli gündemimizi meşgul etmesi biz tarihçilerin arzu ettiği bir durumdur. Bir şartla ki meseleler doğru zemin ve şartlarda tartışılsın, bilgisi olan konuşsun ve tartışılan konu etrafıyla anlaşılsın. Yoksa tartışma gündemi bir süre meşgul edip geride kafa karışıklığından ve laf bolluğundan başka bir şey bırakmıyorsa zaman israfından başka bir şey olmaz. Tarih kadar ideolojilere hizmet eden bir başka ilim yoktur. Geçmişimizde yaşanan ve bugüne etki eden, varlığımızı ifade eden Sevr ve Lozan gibi yakın tarihte yaşanmış olayların doğru anlaşılması, gelecek nesillere çok yönlü olarak aktarılması elzemdir. Zira tarih maddi bir ilimdir ve bilimdir. Tarihi hadiseler üzerinde efsaneler ve mitolojiler üretilebilir. Ancak o kadardır ve öteye geçmez. Hakikat bir gün mutlaka ortaya çıkar. Tarihçi hakikatin peşinde ve izinde olan kişidir. Her taşı kaldırmak ve altına bakmak zorundadır.
Lozan Antlaşması, Birinci Dünya Savaşı ve akabinde Kurtuluş Mücadelesi sonunda galip devletler ile Osmanlı Devleti arasında imzalanmak istenilen, fakat Osmanlı padişahı ve Türk milleti kabul etmediği için yürürlüğe girememiş Sevr’in yerine kaim olmuştur. Bunu temel bilgi olarak kabul etmek durumundayız. Üniversite yıllarımızda Yakınçağ tarihi alanında uzman hocamız Prof. Dr. Nedim İpek “Lozan’ı Sevr ile karşılaştırırsanız başarı 1553 İstanbul antlaşması ile kıyaslarsanız yenilgidir” yargısında bulunurdu. Keza sözü edilen antlaşmada Avusturya arşidükü Osmanlı sadrazamına denk kabul edilmişti. Yani Osmanlı padişahının dünyada siyasi güç bakımında dengi yoktu. Oysa Lozan dediğimiz antlaşma aylarca süren diplomatik savaşın bir sonucudur. Kusuru çoktur. Misak-ı Milli hedefine ulaşamamıştır. Ama tamamen de hezimet olarak görmek yanlıştır. Bu konuda antlaşmaya imza koyan devlet adamlarımızın hatıratlarını okumak gerekir. Bakın Lozan görüşmelerinde Türkiye’yi temsil eden ikinci adam Dr. Rıza Nur neler söylüyor: “… bu mükemmel muahedenin bir kusuru vardır. Boğaz’a serbesti verdik, garbi (batı) Trakya’ya muhtariyet veremedik, Yunanlılardan tamirat bedeli (savaş tazminatı) alamadık, İskenderun Türklerini hududumuz (sınırımız) içine alamadık, Musul’un halli sonraya kaldı. Fakat bunları da yapmak mümkün değildi. Sebeplerini yerlerinde yazdık.” (1)
Lozan’a hezimet olarak yaklaşmadan önce başta Dr. Rıza Nur’un antlaşmayla alakalı hatıralarını, ilave olarak resmi kayıtlar ile diğer hatıra, anı ve günlükleri, dahası gazete haberleri ve köşe yazıları, yabancı yayınları, hâsılı ne varsa incelemek ve meseleye tamamen vakıf olmak gerekir. Elbette hatıratlar yazarının bir ölçüde kendini savunmasıdır ve taraflıdır. Ancak dokuz ay süren Lozan görüşmelerinde yaşananları sadece kuru antlaşma metninden anlamamız da mümkün değildir. Madem Dr. Rıza Nur ile başladık şu sözlerini de naklederek meseleyi biraz daha genişletelim: “Bir konferansın resmi zabıtları, muahede maddeleri her şeyi ifade etmez. İşlerin o kadar içyüzleri var ki, onlar neler olmuştur, gösterir. İşte Lozan’ı iyi anlamak, bizden neler istemişler, biz bunları nasıl red ve def etmişiz, muahede ne hale gelmiştir, orada neler olmuştur, bilmek için muahedenameyi, zabıtnameyi okumakla beraber, benim bu yazdığım hatıratın Lozan bahsindeki hususi müzakereleri ve için iç yüzünü, keza her mes’ele için bize verdikleri projeleri, bizim mukabil projelerimizi, inkıtadan evvel bize imza ettirmek istedikleri muahede müsveddesini okumak, mukayese etmek lazımdır.” (2)
Aslında tartışmamız gereken bir husus Lozan’da çözüme kavuşturulamayıp sonraya bırakılan ve günümüze kadar gelen bazı sorunların çözümünde hükümetler zorlandığında kabahati Lozan’a bulmalardır. Eğer kolaydı ise –ki şartlar Lozan yapıldığında da çok ağırdı- bir Ege adaları ve Musul-Kerkük sorununu bugün çözüverelim, dünya âlem görsün… Tarihe bu mantıkla, yani günümüz şartlarında ele alarak değil hadiselerin gerçekleştiği zamanın koşullarını hesaba katarak bakmak durumundayız. Batı tüm gücü ve kudretiyle üzerimize hücum etmiştir, Osmanlı lime lime parçalanmış ve işgal edilmiştir, dönemin siyaset ve askeri yetkilileri memleketi kurtarmak için ellerinden geleni yapmıştır. Evet Yunanistan’dan tazminat alımı meselesinde İsmet Paşa meclis kürsüsünde “Paraları mı vardı, tazminat verecek” açıklaması yanlıştır. Ancak yakın dönem siyasetçilerinden Demirel’in üslubuyla “Verdilerde almadık mı?” da demek durumundayız.
Lozan’da tazminat meselesinde, adalar ve Musul-Kerkük sınırı konusunda tarihi hakikat şudur: Batılı ülkeler elbirliği içerisinde bugün olduğu gibi Yunanistan’ı siyasi, askeri ve ekonomik olarak kollamıştır, bunun sonucu olarak da tazminat alamamışızdır, Ege adalarını ve Batı Trakya’yı kurtaramamışızdır. Büyük Ermenistan, Büyük Yunanistan (Megali İdea), Büyük İsrail, Pontus Rum ideallerinin hem savaş meydanında hem de masada olduğu bir mücadeleden Lozan ortaya çıkmıştır. Lozan’da taviz vermeden işin içinden sıyrılırdık, daha fazlasını alırdık eleştirileri dönemin muhalefeti tarafından yapılmıştır. İsmet Paşa’nın başkanlığında bir heyet yerine Ali Şükrü Bey liderliğinde bir heyet gitseydi daha başarılı olunurdu mu diyeceğiz? Eğer Lozan Konferansı tek dönem olarak gerçekleşmiş olsaydı bu soruya müspet cevap verme ihtimali bulunmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki bizim talep ettiğimiz Misak-ı Milli sınırları Batılı devletler tarafından kabul edilmediği için Lozan masası dağılmış, bir takım tavizler vermemiz üzerine Lozan antlaşması imza edilebilmiştir. Dahası sembolikte gücü de kalsa halifelik gibi İslam coğrafyasında etkinliğimizi sağlayan kurumları kaldırmadan İngiltere bu antlaşmayı kabul etmemiş, Türkiye bu ağır şartları kabul etmek durumunda bırakılmıştır. Oysa ülkemizde siyasi roller daima değişmiştir. Kadere bakın ki bugün ki Türkiye’de iktidar Lozan’ı çok başarısız görürken muhalefet savunmaktadır. Bunu yeni bir avantaja çevirip Lozan’ı hezimetten başarıya dönüştürebilirsek ne mutlu!
Öte yandan Lozan antlaşmasının tüm maddeleri de zararlı değildir. Misak-ı Milli hedefleri doğrultusunda Milli sınırlar kurtarılamamıştır. Ancak ekalliyetler, yabancı okullar, kapitülasyonlar, yani azınlık hakları ve sair konularda bugün Batı’nın rahatsızlık duyduğu avantajlar sağlamıştır. Keza bugün Avrupa Birliği’ne tam üye olma girişimlerimiz çerçevesinde bu hususlar tekrar gözden geçirilmek ve Türkiye aleyhine ortadan kaldırılmak istenmektedir. Mesele biraz da bardağın boş tarafını mı yoksa dolu kısmını mı göreceğimiz noktasındadır. Lozan, koskoca bir imparatorluğun on yıl gibi bir sürede tasfiye edilmesinin son halkasıdır. Bu inkâr edilemez. Fakat süreci biraz geriden ele almak ve kesin yargıya öyle ulaşmak lazımdır. Bu noktada konunun meraklıları dönemin orijinal belgelerine veya kaynaklarına doğrudan ulaşamıyorlar ise en azından Selahattin Tansel hocamızın 4 ciltlik Mondros’tan Mudanya’ya Kadar adlı eserini okusunlar (3). Nasıl bir süreç yaşanmış, Lozan’a nasıl gidilmiş, Milli Mücadele’de cephelerde askeri zaferler kazanılırken ekonomide ve diplomaside ne gibi tuzaklar hazırlanmış anlaşılabilsin.
Netice olarak daha uzun süre tartışılacak olan “Lozan hezimet miydi?” sorusuna bizim cevabımız ne tam bir başarıdır ne de tam bir hezimettir. İleri kuşaklara bırakılmış bir “yeniden doğuştur.” Batan gemiden kurtarılabilen emval ve emlak kurtarılmış, Boğazlar, Hatay daha sonra geri alınabilmiş, ancak başta Musul-Kerkük olmak üzere Misak-ı Milli sınırlarına henüz ulaşılamamıştır. Tabi ki Lozan’da Osmanlı mirasından daha fazlasını kurtarabilmiş olsaydık atalarımıza minnettarlığımız daha da fazla olurdu. Bu tartışmalar birazda bu burukluğun ifadesidir. Ancak bugün Suriye sınırında yaşananlar ve dünya devletlerinin iki yüzlü politikaları bunun tahmin ettiğimizden zor olduğunu ispatlamaktadır. Bu tür tartışmalarla başlangıçta da belirttiğimiz üzere ilmi açıdan fayda temin etmeye çalışmalı, enerjimizi kısır döngülü tartışmalarla heba etmemeliyiz. Hele hele birlik ve beraberliğe en az Lozan antlaşmasının yapıldığı günlerde muhtaç olduğumuz kadar muhtaç olduğumuz bu zamanda çok yönlü okumaya, ideolojik saplantılarla veya “sadece siyasetin peşinden gitmek” saikleriyle hareket etmemeliyiz. Bugün kütüphanelerde Lozan ile ilgili yüzlerce araştırma eser durmaktadır. Zahmet edip artıları ve eksileriyle okuyup öyle değerlendirelim. Ayrıca Lozan antlaşmasının bir süresi yoktur. Yüzüncü yılında sona erecek, Türkiye yer altı kaynaklarını rahatça çıkaracak, çağ atlayacak gibi ortalıkta, sosyal medyada dolaşan sözler şehir efsaneleridir. 2023’e dünyanın en büyük ekonomisi, askeri ve siyasi ülkesi olarak adım atarız, Lozan antlaşmasını tanımıyorum, deriz olur biter. Yoksa hem bu antlaşma devam edecektir hem de bizim “hezimet mi zafer mi” tartışmamız.
Kaynakça:
(1), (2). Rıza Nur, Lozan Hatıraları, Boğaziçi yayınları, İstanbul 1992, s.5, 284;
(3). Selâahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, Milli Eğitim yayınları, İstanbul 1991.