Necdet EKİCİ
Bir edebiyat dergisi çıkarsaydım, adını Türkçenin gül bahçelerinden bir kelime olan “SÖGÜT” koyardım. Başına hangi sıfatı eklerdim bilmiyorum…
Kelimelerimiz vardır şiir ve musiki yüklüdür. Gül ve reyhan gibi… Kekik, sümbül, yasemin, menekşe, nevruz gibi… Bu sebepten olsa gerek Nihat Sami BANARLI , “Türkçenin Sırları”nda “kelimelerin tadından” söz eder: “Bademin göz güzelliğinden, gülün gülüş güzelliğine kadar meyve ve çiçeklerin bütün lezzeti biraz da tadındadır.” der.
Bazı kelimelerimiz de vardır ki, güzel Türkçemizi doğru kullanan sanatçıların zarif kalemlerinde pınar suyu kadar berrak, yayla rüzgârı kadar serin bir ruh ve estetiğe kavuşur. Kâh bir Çobanyıldızı olur, yüreklerimizi nakışlar; kâh bir “fikrimin ince gülü” olur, ruhları tutuşturur. Merhum Yahya KEMAL “Bu dil ağzımda annemin ak sütüdür” derken ince bir mecaz kılar. “Türkçe bizim ses bayrağımızdır.”diyen Fazıl Hüsnü, ona kimlik ve görev yükleyerek burçlara diktiği kutsala rüzgâr bekler.
Kültürümüzde “söğüt”ün zenginliğini düşünüyorum: Aksöğüt, salkımsöğüt, kara söğüt, nazik söğüt… Söğüt, bazen bir coğrafyamızda ad; bazen de genç kızlarımızın gergefinde nakış nakış dal olarak belirir. Sanki söğütte Türklük, okaliptüste yabancılık; iğdede sıcaklık, dardağanda soğukluk var. Avokado ve pepinoyu ise bir dergi adı olarak asla düşünemem. “Ceylan”, bu dağların maralı olarak ne kadar estetik, yerli ve milli ise “dinozor” o kadar kaba, küstah ve takırtılı. Önemli olan insanımızı bu toprağın sesiyle buluşturabilmek… Söğüt, halkımızın zevk imbiğinde bazen yanık bir türküdür; dağları birbirine kavuşturur: “Söğüdün yaprağı dal arasında” veya “şu söğütte bir kuş var/Kanadında gümüş var.”
Bazen de şairimizin nefesinde duygulu bir şiir veya Kürşad çehreli bir yiğidin davudi sesinde dirilişin muştusu:
“Söğütte sevinçli bir sabah vakti,
Koyunlar sağılıp sürülmekte…
Geçmiş ve gelecek bütün çağların
En şanlı devleti kurulmakta.
Ağlasın düşman ki, Türkmenlik ruhu
Öldü sanılırken dirilmekte.
(N.Y.Gençosmanoğlu)
Söğüt, gün olur Evliya Çelebi’nin ünlü “SEYEHATNAME” sinde “…bağlı bahçeli, suyu ve havası latif bir kasaba” olarak belirir. Nice temiz aşkları bir sır gibi koynunda saklar:
“Şu söğüt yedi dağdır,
İçinde yârim vardır.”
Söğüt, düşünen beyinlerde ise bir ülküdür. Tarihten geleceğe, “aşiretten devlete” devlete uzanan bir ülkü… Alınları akıtmalı, ayakları sekili cins atlar üzerindeki atalarınızın dört yüz çadırlık bir aşiretle “Devlet-i ebed müddet” ülküsünü bir ulu çınar hassasiyetiyle diktikleri bir beşik… Ertuğrul Gazileri, Şeyh Edibalileri koynunda saklayan beşik…
Dede Korkut’ça bilge bir ozanın kopuzunda gönül telimiz hafifçe titrer:
“Söğüt’e Kayı Boyu
Kayı Boyuna Söğüt
Ne güzel uymuş…
Söğüt, bir sevdadır. Türklüğün değerleri, söğüt’ün gergefine ne güzel yakışır. Çünkü söğüt, Türklüğün biraz daha kendisidir:
Dillerde, gönüllerde
Gezip durdu bir eyyam
Sonra ‘Nun’dan, Kalem’de
‘Kağıtta’ filizlendi.
Uğurlu elleriyle
Pir Ahmet Yesevi’nin
Rum’a ektiği kırk bin
Çiğitte filizlendi
Tecelli Peygamberden
Yedi yüz sene sonra
Gazi Ertuğrul ile
Söğüt’te filizlendi. (N.Y.Gençosmanoğlu)
Narin uzantıları ile hep “ELİF” yazan söğüt, Divan Edebiyatı’ndaki harika güzeller gibidir. Dalları ile rükû eden Miraç’taki kandiller gibidir. Gövdesi ile vahdete, dalları ile topluluğa alamet bu ağaç, kabuk altındaki lekesiz beyazlığı ile Müslüman Türk’ün inanç aydınlığının simgesi gibidir.
Osmanlı… Söğüt’ten bir sürgün gibi uzanıvermiş âleme. Nam bırakmış altı asır… İlim, ahlak ve iman pınarlarına gölge olan söğüt, gövdesine musallat kurtların istilasına uğramış zamanla. Bu yıkık gövdelerin yanında bir söğüt fidanına izin ver Ya rap!
“Hilal ufkumuza Söğüt’te doğdu,
Bursa’da yükselir dolunayımız.
Tanrı bizi İslam ümmeti kıldı,
Adalet dinimiz, şefkat huyumuz.”
İlk çekirdeğin düştüğü, ilk tohumun çatladığı, ilk sürgünün yeşerdiği SÖĞÜT, bazen gözlerimde bir daüssıla; bazen de içimde bir fırtına olur..