
Önceki bölümlerde yazdığım yokluklar ve darlıklar devam ederken Demirel yeniden iktidara geldi.
Demirel’in ilk icraatı Turgut Özal’ı başbakanlık müsteşarlığına getirmek olmuştu. Arkasından da Turgut Özal’ın gelecek yıllara damgasını vurmasının başlangıcı olan kararlar geldi.
Tarih 24 Ocak 1980’di. Her yönden ülke yangın yeri gibiydi. Yokluklar ve kıtlıklar diz boyuydu,asayiş ve adalet de zaten yoktu.
Böyle bir ortamda alınan bu kararlar bir nebze ümit ışığı olmuştu sanki.
24 ocak kararları önce ihracatın ve dolayısıyla da üretimin önünü açmak amacındaydı. Kararlar ana hatları ile şöyleydi.
Yüzde otuziki devalüasyon yapıldı ve günlük kur uygulanmaya başlandı.
Devletin ekonomideki payının küçültülmesi kararlaştırıldı ve bu doğrultuda tedbirler alınmasına da karar verildi.
Tarım ürünlerindeki destekleme alımlarına sınırlamalar getirildi ve ekonomide çeşitli dallarda uygulanan sübvansiyonlar kaldırıldı.
Dış ticaretin serbestleşmesi için tedbirler alındı ve yabancı sermaye girişini hızlandırarak para transferini kolaylaştırıcı tedbirler alındı.
İhracat düşük faizli krediler, vergi iadeleri gibi tedbirlerle teşvik edildi ithalata da kolaylıklar getirildi.
Bu tedbirler ülkemiz ekonomisi için ilk anda ilaç gibi geldi.
İlk etapta , birkaç ay içerisinde yokluklar ve kıtlıklar sona erdi.
Sanki dibe vuran ekonomi yeniden dirilmekteydi.
Buraya bir tesbitimi de eklemek istiyorum.
24 ocak kararların yaşandığı zamanda MHP de siyasi anlamda ve o hengamenin de tam ortasında puanlar kazanmakta ve de yükselmekteydi.
12 eylül darbesinin sebeplerinden birinin de yükselen milliyetçiliğin önünü kesmek ve aynı zamanda 24 ocak kararlarının uygulanabileceği bir ortamı yaratmak olduğunu da düşünüyorum .
24 ocak kararlarının ve ondan sonra uygulanan Özal politikalarının da Türk ekonomisini yabancı müdahalelere açık hale getirdiğini de düşünmekteyim aynı zamanda.
Evet ekonomi belki dirilmekteydi ama sokaklar yine yangın yeri gibiydi.
Siyasi kan davalarına bir de siyasi cinayetler eklenmişti. Artık ülkenin siyasetçileri, bilim adamları gazetecileri yani elit insanları da katlediliyordu.
İlk aklıma gelenler Abdi İpekçi, Prof. Dr Bedrettin Cömert, Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, Gün Sazak, Hamit Fendoğlu, Nihat Erim, Kemal Türkler cinayetleriydi.
Bu cinayetleri sadece birkaç ismi saymak amacıyla yazdım aslında tam listelesem liste çok uzun olacaktı. Ama demem odur ki; o Yıllarda sadece sokaktaki adamın değil ülkenin yetişmiş insan gücünün yani elitlerinin de canları tehlikedeydi.
Ama esas tehlike de sokaklardaydı.
İstanbul’da mahallelerin bölüşüldüğünü de söylemiştim her tarafta iki tarafın da kurtarılmış bölgeleri vardı. Mesela İstanbul’un Anadolu yakasında Pendik, Küçükyalı ve Üsküdar bizim inisiyatifimizde bulunan bölgelerdi.
Ama bir mahalleye hakim olmanız yetmiyordu, onu korumanız da gerekiyordu.
Arkadaşlarımız bu bölgelerde sabahlara kadar sokaklarda nöbet bekliyorlardı.
Nöbetçiler bazen Pol-Der’li polisler tarafından toplanıyor hemen arkasından komünist saldırılar geliyordu. Tabii bunun tersi de karşı mahallelerde olabiliyordu.
Yani o dönemlerde kimse sütten çıkmış ak kaşık değildi. Zira can pazarında yaşıyordunuz, o dönemin şartları öyleydi.
Ben askerde izne geldiğimde Kartal da ilçe başkanımız şehit edilmişti.
Cenazesi Kartal’dan kalkacak ve ilçenin mezarlığına defnedilecekti.
Kartal o zamanki Dev-Sol un kurtarılmış bölgesiydi.
Tam Kartal’ın göbeğindeki meydanda küçük bir cami vardır. Cenaze o camiden kaldırılacaktı. Biz de takriben beş yüz kadar kişiydik ve çevremizdeki düşmanlığı hissediyorduk.
Önce çevredeki apartmanların çatılarına baktık, çatılarda birileri vardı.
Çatılardakilerin ve bizim arkadaşlarımızın da boyunlarında atkılar vardı ayrıca
çoğunun kafalarında çekildiği zaman kar maskesine dönüşebilecek olan başlıklar vardı.
Bunun anlamı ilk silah patladığında herkesin kendini kamufle etmesiydi.
Şayet orada bir kişi havaya bir el silah atsaydı resmen katliam olurdu.
Etraftaki polislerin de düşmanlıklarını hissediyorduk, düşmanlık neredeyse elle tutulacak kadar yoğun idi.
O zaman İstanbul’da güya sıkıyönetim vardı, onun da adı vardı ama kendisinin olduğu söylenemezdi.
O cenazede asker görevlilerden de düşmanlık gördük.
Askerlerine komuta eden bir inzibat asteğmeni mezarlıkta bize emirler! yağdırıyordu.
Muhtemelen o da solcuydu.
Anında zılgıtı yedi ve cevap veremedi.
Peki bunun sebebi neydi dersiniz?
Biz onunla dahi çatışmaya hazırdık o anda o bizimle çatışmayı göze alamamıştı.
O devirde en tehlikeli yerler de otobüs durakları, vapur iskeleleri ve tren istasyonlarıydı. Aslında her zaman ve mekanda tehlikedeydiniz, kurşun da adres sormazdı. Beşiktaş da evlerde kalan ve ekserisi Yıldız Mühendislik akademisinin (Bugünkü Yıldız Üniversitesi) öğrenciler olan ülküdaşlarımız evlerinde katledildiler.
Gazete okumak da tehlikeliydi,cebinizdeki gazetenin hangisi olduğu belli olursa bu hedef haline geldiniz demekti. Sadece okuduğu gazeteden dolayı dayak yiyenlerin ve hatta vurulanların sayıları azımsanmayacak kadar vardı. Bu kadar olaya rağmen gazeteleri başlıkları görünecek şekilde taşımak da modaydı ve bu moda da aynı zamanda ölüme meydan okumak demekti. Zaten ölümden korkanlar da pek fazla değildi, sıranın kendisine ne zaman geleceğini bekleyenler zaten ölüme çoktan hazırdılar.
Bazı yerler de diğerlerine nispeten daha güvenli sayılırdı.
Adalar böyle yerlerdendi, çünkü adada bir suç işleyenin kaçabilme şansı neredeyse yoktu. Adaların nisbi olarak güvenli oluşunun en büyük sebebi de buydu.
Bu bölümde anlattıklarım 1979 ve 80 yıllarını kapsamaktadır. O zamanın İstanbul’unun yüzde sekseni solun hakimiyetindeydi ve bizi her yerde kurşunluyorlardı. Bir evin iki oğlunun da farklı zamanlarda katledildiği oluyordu.
İrfan ve Orhan Öğütçü adlı genç ülküdaşlarımız bunun örneklerindendi. İkisi de yirmi yaşında bile değillerdi, vurularak şehit edildiler .