Bugünkü gelişmiş anlamı ile ”İsihbarat” ve “İstihbaratçılık”, tamamen siyasî bir teşkilâtlanma olan “Devlet” mefhumunun kendini iç ve dış tehlikelere karşı koruma ve savunma refleksidir. ”Devlet” böyle bir hakkını ”Hükümetler” aracılığı ile kullanır. Tabiî olarak o zaman devleti bütün koruma ve savunma güçlerinin hükümetin emrinde olduğunu söylemek yanlış değildir. Ufak tefek eksik ve fazlalıklara rağmen bu tespit doğrudur; çünkü her şeyden evvel devletin tahsisatı “Hükümet” tarafından tespit edilmektedir. Yani istediği bir devlet organının tahsisatını birazcık kırptığında o organ hemen felce uğrar.
Görüldüğü gibi devlet anlamındaki istihbarat faaliyetlerinde görev alanlar, tıpkı diğer görevliler gibi birer devlet memurudur. Onları kafamızda bilim-kurgu romanlarındaki insanlar gibi canlandırmak kesinlikle yanlıştır. Yani en alttakinden, en üsttekine kadar onların da bir sosyal hayatları, siyasî düşünceleri mutlaka vardır. Bunun aksini düşünmek kesinlikle yanlıştır. Böyle önemli görev yapan insanları, demokratik ülkelerde tabiî olarak kanunlar koruduğu için, ”Yasama Aritmetiği”ni elinde bulunduran hükümet iradesi de, her zaman cezalandırma ve yönlendirme hakkını kullanırlar: Şüphesiz gizli ve gizemli görevleri bulunan “İstihbarat Teşkilâtı”nın çalışmalarını hükümet üyelerinin hepsi bilmez gibi bir intibaa kamuoyunda hâkimdir. Hatta bizim halkımız, işin gizemli yönünde inançlara sahip olduğu için bu teşkilâta “Gizli İstihbarat” da der. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren adı “Milli Emniyet” olan bu kurumun, günümüzdeki adı “MİT”dir. Temel olarak İttihat Terakki’nin Teşkilât-ı Mahsusası’nın devamı olduğu da ifâde edilir. Onun öncesinde ise devlet başkanlığı konumunda olan Padişahlara ve doğrudan ona bilgi verip, ona karşı sorumlu olan “0smanlı İstihbaratçıları” olduğunu bilmekteyiz.
Adı ve konumu ne olursa olsun “İstihbarat” kavramı, bir kurum olarak halkımız nezdinde çok itici değildir.. Fakat II. Abdülhamid’in “Jurnal Teşkilatı” örneğinden sonra, yeni Osmanlılardan günümüz aydınlarına kadar bu faaliyetleri yürüten insanlara, özellikle düşünce adamlarımız pek sempati ile bakmazlar. Milli Mücâdele ve sonrasında ise gerek İttihat Terakki’nin Teşkilâtı Mahsusa’sı ve gerekse bunun devamı olan Karakol Teşkilâtı’nın yeni devletimizin kuruluşunda hizmetlerini çok iyi bildiğimizden, aydınlarımız da onları büyük bir muhabbetle kucaklamıştır.
Ne oldu ise 1940’lardan, 2. Cihan Savaşı ortamı ile 1950’den sonraki soğuk savaş dönemlerinde, o zamanki adı “Milli Emniyet” olan istihbarat faaliyetlerinin, hükümetler emrinde toplumdan uzaklaşmalarından sonra oldu. 1944 “Türkçülük- Turancılık” tutuklamalarında ve soğuk savaş dönemindeki komünist takibatında öyle komik şeyler görülmüştür ki, sonradan bunlar romanlara konu teşkil etmiştir. 1960 İhtilâli’nin değişim ortamında ise özellikle sol faaliyetler ile istihbaratçılar arasında ilişkiler bir hayli gerilmiş, her zaman kendini şirin göstermeyi başarmış olan “Sol” bir anda bütün ülke kamuoyunu, istihbaratçılar ve hususen devlet güçleri aleyhinde âdeta şartlandırmıştır. Böyle bir rahatsızlık bugün “Kürt Hareketi”nde hâlâ devam etmektedir.
Genellikle okuduğumuz sol tandanslı eserler, emniyet kuvvetleri olmasa da, polis ve istihbaratçılar hakkındaki düşüncelerimizi bir hayli etkilemiştir. Hele 12 Mart’ta yazılanlara tam olarak inanılması gerekirse, milletin bunlara karşı isyan etmesi gerekiyordu. Fakat ne olursa olsun 1980 yıllarına yetişen ve büyük çoğunluğu ile ideolojik bir kuşak olan insanların tamamında, bir istihbaratçı korkusu vardı. Aralarında böyle insanlar bulunduğundan hep tedirgin olunurdu ve doğruyu söylemek gerekirse bu tip adamlar, hatta onlarla irtibatı olanlara bile iyi gözle bakılmazdı.
1980 İhtilali hiç de ideolojik guruplar arasında istihbaratçıların hâkim unsurlar olduğunu doğrulamadı. Böyle bir kanaate zanlılar üzerinde uygulanan ağır işkencelerden ulaşıyoruz. Eğer istihbarat “Sağ” ve “Sol” gurupların eylemlerini iyi takip etmiş ise gerçek sanıkları da, çok doğru olarak bilmesi gerekirdi; yani işkenceye gerek yoktu. Sonradan öğrenilmiştir ki, işkenceden ölen bir sürü insanın bırakın suçlu olmasını, ideolojik guruplarla ilgisi bile ispat edilememiştir. Anlaşılan 1980’den önce bizim istihbarat hep provokasyon ile uğramıştır; ki sonradan yapılan bir sürü resmi sayılabilecek açıklama ve bilimsel çalışmalar bunu doğrulamıştır.
“İsihbaratçı” hışmına uğramış bir aydın olarak bu yıl, 100 sayfa kadar hacimde fakat çok bilimsel bir tarzda[*]fikirlerimi yazdım. Bu kitaptan böyle faaliyetleri yürütenler de isterlerse faydalanabilirler. Yalnız şurası bir gerçektir, bu “İstihbaratçılık” da netice itibariyle bir meslektir ve mensupları mutlaka belli bir ihtisas görmüşlerdir. Onların da bir Türk vatandaşı olarak bir fikre sahip olma hakları vardır. Mesleklerini ideal ölçülerde ve dünya normlarına uygun şekilde icra etmelidirler. Sosyal Bilimler, artık Fen Bilimleri gibi önceden okunabiliyor ve tutturulan isabet de yanlışlık da tespit edilebiliyor. Toplumla ve insanla oynamak, tarihe ve insanlığa karşı en büyük ihanettir. Bu hususları her aydının düşünmesi gereklidir. Kimsenin “İstihbaratçı” düşmanı olması mümkün değildir. Çünkü bu iş öyle kolay bir iş de değildir. Her şeyden evvel geniş bir kültür ve çok ileri bir zekâ ister. Bu tip ileri zekâlı insanlar da, artık bizim gibi “garipler”in ayağına sopa vurmasınlar. Çünkü insanın insanı ezmesinden, insanın insanı gammazlamasından daha şerefsiz, daha alçak, daha namussuz ve haysiyetsiz bir şey yoktur.
Esen kalın.