Ülkücü şahıslar olarak, çoğu zaman yukarıdaki başlığı çeşitli şekilde anlamlandırır ve bu hususta alınganlık da gösteririz. Genel olarak “12 Eylül 1980” öncesi için böyle nitelemeler söz konusu olduğu zaman, biraz daha hiddetlenir ve kesinlikle kullanılmak yerine ölümü tercih eden insanların şecaatinden bahsederiz. Şüphesiz ki, bunlara hiçbir diyecek yoktur; tabii olarak insanların kullanılması, her şeyden evvel geri sarılması mümkün olmayan bir ömrün boşa harcanmasıdır. Bunun dışında “ Kullanılmak” akılsızlığa da delâlet eder ki, belli bir düşünce ve ideal topluluğunu bırakın böyle bir şeyi, insan olarak bir ferdin bile hoşuna gitmez. Çünkü fıtraten kâmil olarak yaratılmış insanoğlunun diğer mahlûkattan ayrılan tek ve en önemli özelliği “Akıl”dır.
Günümüzde fen bilimleri yanında, belki de ondan daha fazla gelişen bir “Sosyal Bilimler Gerçeği” karşımızda durmaktadır. Geçmiş zamanda insanların, daha ziyade “Ruhânî” hususlarla tesir altına alınmasına karşılık şimdi artık “Akıl”ın öne geçmesiyle her şey ilmi düsturlar çerçevesinde halledilmektedir. Bu sebeple artık her gün biraz daha hayali deyimler anlamını kaybetmekte, insanlar daha müşahhas hedeflere kilitlenebilmektedir. İşte “İlim” dediğimiz gerçek kural ve kaideleri, hatta kanunları ile burada insanın önünü kesiyor ve “Karşıt Akıl”ın bir aksülamel veya dengeleme unsuru olarak insan fikrine yeni anlam ve bir ileri merhaleyi kazandırıyor. İşte bu şekilde olan insanlar kesinlikle sosyal olayların duygusallıklarına kapılmazlar ve kesinlikle karşıt veya yandaş görünen guruplar tarafından kullanılamazlar. Bu sebeple yaradılışından beri en kâmil insanın daima düşünen insan olduğu hep ifâde edilegelmiştir. Peki, böyle bir insan tipini her zaman yakalamak ve bunları bir araya getirerek ideal ölçülerde sosyal bir gurup oluşturmak mümkün mü?
İşte bu soru karşısında çok etraflı düşünmek gerekiyor. İnsanların en basit olaylara bile yaklaşım veya tepkilerini, onların insan olmalarının ötesinde o güne kadar yaşadığı cemiyetin sosyal kazanımları ile ölçmek gibi bir “Yaşama Kanunu” ile karı karşıyayız. Bunlar o cemiyetin derinliklerinden gelen müşterek değerlerdir. Yaradılış ve tekâmülü istediğiniz “İlâhi” kavramlarla izah edin, müşterek dil ve kültür gibi kazanımların meydana getirdiği ve kutsal kitaplarda da üstü çizilmeyen “Milletleşme”yi inkâr edemezsiniz. Bu gerçeği başka deyimlerle açıklayabiliriz; lâkin varacağınız sonuç insanların “Ademoğulları” diye tek bir millet olmadığıdır. Bu sebeple “Akıl- Akılsızlık”la birbirine zıt mefhumların yarattığı sosyal arayışlar her şeyden evvel “Milletler”in algılama farklılıklarından ötürü verecekleri tepki veya kabullenmeler de farklı olacaktır.
Dinleri her milletin aynı şekilde kabullendiğini söyleyemezsiniz! İslâmiyet’i Arapların ve Farsların benimseme şekillerinde ancak çok küçük benzerlikler vardır. Türklere gelince, bu iş tamamen farklılık gösteriyor. Çünkü her şeyden evvel Arap ve Farslar, bu ilâhî nizamın ilham edildiği coğrafyanın insanlarıdır. Ama Türkler, her şeyden evvel 2-3 bin kilometre gibi uzak bir vatandan gelmekte ve her şeyden evvel tanışıp kaynaşarak geçtikleri insanların çok kutsal olan insan kokularını da taşımaktadırlar. Bu sebeple çok genel anlamda Türkler, ancak Abbasilerin son döneminde “İslâm Tefekkürü”ne iştirak edebilmişlerdir. O güne kadar ki İslâm âlimlerinin milliyetlerine göre sıralanması, bizi çok değişik sonuçlara götürür. Böyle bir hususun geç algılama ile ilgisi olmayıp değişik ve sağlam düşünme ile alâkalıdır. Bu sebeple çok bunalımlı dönemlerde, er meydanında fert ve toplum anlamında onlardan başka yaratılan kalmadığı da gerçektir.
Hakim bir inanç unsuru olarak, yukarıdaki sıradan tespitleri, başka istikametteki oluşumlara da uygulayabiliriz. Bunlardan çıkaracağımız sonuç, Türk insanının yaradılıştan da ötede bir “Ma’şeri Vicdan” olarak gerçekten saf bir yapısı vardır. Türkleri tanıyıp gören ve ilk düşünceleri hiçte müspet olmayan birçok alim-seyyah-din adamı gibi her şeyden evvel bir görev yüklenmiş olanlar, genel olarak onları “saf-temiz-yalan söylemeyen-riya yapmayan-yolundan dönmeyen-haksızlık yapmayan-diğer insanların rızkına ortak olmayan-daima yardım eden-karar verdiği konularda tereddüde düşmeyen” insanlar olarak vasıflandırmışlardır. Türk kültür tarihî kalıntıları üzerinde yapılan arkeolojik ve sosyolojik incelemelerde “Proto-Türkler”in bile aynı özellikleri taşıdığını bugün daha rahatlıkla ifâde edebiliriz. ”Yazıtlar”da bile akıllı adam Vezir Tonyukuk’un kendi milletine “Çinliler”in parlak vaatlerine kanmamalarını öğütlediği göz önüne alınırsa genetik kimliğimizin bu yönü daha kolay anlaşılabilir.
Bütün bu açıklamalardan sonra “Ülkücü Kullanılabilir mi?” sorusundan evvelâ “Kandırılabilir mi” tespiti üzerinde düşünmek lâzımdır. Böyle bir soruya “Kandırılamaz” cevabını vermemiz mümkün değildir. Her insan gibi elbette Türk insanı da kandırılabilir, hatta şaşırtılabilir. Önemli olan toplum olarak bu tip saldırılara karşı hazırlıklı olmaktır. Böyle bir hazır veya kilitlenme hangi Türk sosyal katmanını incelersek inceleyelim hepsi için de geçerlidir. Elbette öncelikle zafiyetlerimizden ders alarak kandırılmaya karşı çok etkin silâhlar geliştireceğiz.
İşte şüphesiz ki bu silâh “beyin-akıl” silâhıdır. Elbette çağlardan beri yaşamış olmak değil, olayları iyi tahlil etmek gibi bir durumla karşı-karşıyayız. Demek ki ”Kullanılmak” için evvela fert olarak ikna edilmemiz gerekiyor.
Kesinlikle “Kandırılma” fert seviyesinden toplum ve camia ölçeğine doğru gider. Bizi arkadaşlarımız da kandırabilir, yabancılar da. Görünüşte bunun bir amacı olmayabilir. Lâkin o maksatsız görünen fikirlerin, ileride sosyal ve milli bünyede açacağı zararları çok evvelden hesaplayarak kestirmek mümkündür. ”Ülkücüler” menşe olarak “Halk Çocukları” olmasına karşılık “Ülkücülük” tamamen eğitimli insanların oluşturduğu bir aydınlar hareketidir. Bu hareket için kırk yıldan beri yetişen insanların, her anlamda Türk Milliyetçiliğine anlam kazandırdıkları bir gerçektir.
Kitleleşen “Ülkücülük”ün, artık fert seviyesinden başlayıp siyasete ve siyasi kadrolara teşmil edilecek, ”kandırılma-kullanılma-alet edilme-payanda olma-yedek teşkil etme” gibi rahatsızlıklara karşı çok dikkatli olması gerekmektedir. Bir kere “Muzır” insanların çoğu yanı başımızdadır. Bunları tespit etme eskisi kadar zor değildir.
Kimin ne olduğunu elbette herkes biliyor. ”Provokatör-Hırsız-Avantacı-Takipçi-Muhbir-Sahtekâr-Yalancı” gibi aşağılık adamları, daha konuşmalarındaki ve fikirlerindeki çarpıklıklardan, sahte radikal görüşlerden bile anlayabilirsiniz. Bunlar, bugün için şöyle veya böyle bir makama tırmanmış siyaset adamı da; hatta seçilmiş resmi sıfatı haiz kişiler de olabilirler. Bunlar çok önemli değildir. Ülkücü bilgili ve donanımlı olduktan sonra onu ne kandırmak ne de kullanmak mümkün değildir. Sertlik yanlısı olmanın da anlamı yoktur. Önce yakınlarınızı sonra camiayı hareketin istediği kriterde insanlara ihtiyacı olduğuna ikna etmelisiniz. ”Siyaset düzgün insanlarla yapılmıyor” diyenler, seçim kaybederek hezimete uğradılar. Evet, tam tersine siyaset düzgün olan insanlarla yapılmak zorundadır. Bunun adı idealistlik değil olması gerekendir. İnsan insanı kaç defa kandırır!
Tabii ki bir defa. Yalancının mumu ne zamana kadar yanar! Tabii ki “yatsı”ya kadar! Önemli olan bu duruma düşüp toplumda rezillik teşkil edecek şekilde “emsal” yaratmamak ve “yatsı”ya kadar olan zamanı boşa harcamamaktır. Bazı şeyleri hiç kimse “Yutturdum” diye övünüp başta taşınmaya devam edemez. Siyasette yanlışlıktan ötürü kaybedenlerin de yeniden dirildiği görülmemiştir.. Artık onlar “Mevta”dır.
Sağlıcakla kalın.