Dr. A.Yılmaz Soyyer
Bize dünyâda kapitalizm, sosyalizm ve karma ekonomi olmak üzere üç sistem olduğu öğretildi. 1980’e kadar karma ekonomiyle yönetildik. Katı devletçiliğin sebep olduğu bir takım mahsurları da vardı bu iktisat türünün. Karaborsa üretimi en basit ürünler olan sigarada bile şiddetle kendisini göstermekteydi. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının üzerinde döviz bulundurması yasaktı ve yurt dışına çıkmak istediğinizde karaborsadan yabancı para bulmak mecburiyeti vardı; çünkü devlet resmî kur denilen kurdan dövizi gerçek değerinin çok altında satıyordu ve size kolay kolay vermek istemiyordu.
ANAP iktidarı bu konuları çözdü ve iyi de oldu; lâkin ülke yavaş yavaş acımasız ve kontrolsüz kapitalizme teslim olmaya da başladı. Köyler hızla boşalıp iş bulmak ümidiyle şehirlere akmaya başladı. Asıl ülkemizin uzun vadede karşılaşacağı felaket de buydu.
Çiftçi ve hayvan üreticisi emeğinin karşılığını alamıyor; büyük şehirlerde örgütlenen mafyavari tekelci aracılar aralarında anlaşarak üreticinin malının değerinde satılmasına izin vermiyorlardı. Devlet de bu aracılarla mücadele etmiyordu; zira hükumet artık küçük üreticinin değil büyük sermayenin yanında olduğunu ilan etmişti. Gençler, yeterli kazanç elde edemedikleri için büyük şehirlere işçi olarak gelmekteydiler.
Bir anda sayısı önce onlara sonra da yüzlere ulaşan özel televizyon kanalları sürekli olarak tüketimi teşvik etmekteydi. 1980’li yıllarda televizyonda yer alan “eskimiş çoraplarınızı atın, jil şimdi Türkiye’de” cümlesiyle yayınlanan bir kadın çorabı reklâmını hâlâ hatırlarım. Televizyon reklamları “kullan-at” mantığını gençlerde yerleştirmekte çok etkili oldular. Bizim çocukluğumuzda öğretilen “yerli malı Türk’ün malı, her kes onu kullanmalı” tümcesi yerine “siz hâlâ anneannenizin elbisesini mi giyiyorsunuz?” sözü yaygınlaştırıldı.
Artık filmler ve reklamlar kolay yolla zengin olmuş burjuva sınıfının hayatını anlatıyor, gençliği onlara özendiriyordu. Köy gençleri bu filmlerin büyüsüne kapılarak kolay yoldan para kazanılacak(!) şehirlere akıyorlardı. Tarım ve hayvancılık alanları bomboş kalmıştı. İnsanlar babalarının mesleği hayvancılığı “zor ve pis” olarak nitelendiriyordu.
Bir diğer yığılma üniversite eğitiminde başlamıştı. 1980’lere kadar her girenin mutlaka devlet sektöründe iş bularak çıktığı yüksek okullar artık işsizler ordusuna nefer yetiştirmekteydiler. Hâl böyleyken bile ebeveynler çocuklarını devlet işi veya rahat özel sektör işi bulamayacağını bildikleri bölümlere yönlendirmekteydiler. Diğer bölümlerin puanları fazlaydı ve zaten kötü eğitim veren liselerin mezun ettiği öğrenciler buraları kazanamamaktaydı.
İşin kötüsü 1990 sonrasının MHP’si de bu duruma ayak uydurmuştu. Kurucu lideri Alparslan Türkeş’in “tarım kentleri” projesi artık dudak büküle modası geçmiş bir tasarıdan ibaret kalmıştı.
Şimdi artık şapkayı önümüze alıp düşünme zamanıdır; deniz bitmiş gemi karaya oturmuştur. Yeniden bir “köye dönüş” projesi başlatılmalı ve bu konuda projeler geliştirilmelidir; aksi taktirde 10 yıla bile varmadan biz Türkleri açlık beklemektedir.
Kullan-at zihniyeti yerine “hâlâ işinizi görüyorsa niçin yenisi?” mantığı oturtulmalıdır. Özellikle elektronik malzemelerde durum çok vahimdir. Bilgisayar sektörü her üç ayda bir küçük değişikliklerle yeni ürünler piyasaya sürerek para avcılığı yapmaktadır. Mesela sadece word, excel ve power point kullanan bir öğrenci koskoca bir şirketin işlerini görecek bilgisayarı “yeni ve mükemmel” diye almaktadır. Bu sektör tamamen Bill Gates’in Microsoft’unda gibidir ve bu kapitaliste her yıl milyon dolarlar akmaktadır. Halbuki Linux isimli alternatif bir işletim sistemi mevcuttur ve bedavadır. Lakin üniversitelerimizin bilgisayar bölümlerinde bile bu sistem sadece göstermelik olarak tanıtılmaktadır. İşin en vahimi ise kendisini emperyalizm karşıtı zanneden ülkücü bilgisayar bölümü akademisyenleri ve mühendisleri bile bu durumun farkında değillerdir. Zira MHP bu konularla uğraşmayı lüzumsuz saymaktadır.
MHP’de yönetim değişecek gibi görünüyor, inşaallah bu yazımı okur da tedbir almaya başlarlar…