Erdoğan Sağdıç
“70’li yıllar köyden kente göçün hızlandığı ve şehirlerde varoşların oluştuğu yıllardır” klişesi etrafında dönüp duran edebiyatın bir neticesi olarak ortaya çıkan “köy özlemi” sunidir, masaldan ibarettir. Sosyolojik açıdan sol görüşlerin beslendiği bu hareket alanı, 2000’lere gelindiğinde sağ görüşe teslim olmuş ve 19 yıldır süren bu sağ iktidarı, meyvesi olarak tarihin sayfalarına sürmüştür.
Konuyu açarsak eğer, Türk entelijansıyası işçi sınıfı bulamadığı için köylü sınıfından işçi yaratma gayretine girmişti. Bir problem olarak köylülük, arkasına Atatürk’ün bir vecizesini alarak şehre sürülmüş, fabrika ırgatlığı terimi bünyesinde istihdam edilmek istenmiştir. Dramatize edilmesinde sakınca olmayan şartlarda şehir varoşlarında ikamet ederler, tıklım tıklım otobüslerde ellerinde sefer tası ile yolculuk ederlerdi.
Köyde öpülmeye kıyılmayan parmaklar iplik yumakları arasında nasır tutarken, dilinde bir türkü akşam düdüğünü beklerlerdi köylü dilberleri. Yirmi yıldan fazla süre onları bu şartlardan çekip alacak bir prense, bir karaoğlana umut bağlamışlardı.
Oysa onların umudu olan partiler onların yoksulluğundan beslenmekteydi. Onların sosyal statüsünü sömürmek üzere kurulu Türk işi sosyalizm sanatın ve edebiyatın her alanında onlara yer veriyor ama bir gazetenin ikinci sayfasındaki sosyete bölümüne bir resim olarak da geçmelerine müsaade etmiyordu.
İşte böyle bir dönemde tek ekranlı televizyonda bir kalem icraatın içinden girerken onların da kalplerine hücum ediyordu. ‘Fırsat’ diyordu, ‘işini bilirsin’ diyordu, daha daha neler diyordu.
Bir kere rüzgarı alan uçurtma yükseldikçe yükselir. Kalemi tutan el daha yükseğe çıkmak için onu kaldıran ellere neler vermedi ki. Fabrika kızları artık sekreterdi, vardiya şefleri şirket kurmuş, kooperatifler işletmekteydi. Sefertaslarını fırlatıp atmış bir gündelikçi McDonalds sırasında beklerken kahvesini yudumluyordu.
Hızla değişen sosyolojik yapısıyla kondular apartmana evriliyordu. Her evin önünde bir araba, çocuğa bisiklet ve sokaklarda oyun parkları.
Yılmaz Güney 1971 tarihli ‘Baba’ filminde çocuğuna flüt almak için bir cinayeti üstlenir. Köyden göçmüş ve bir yalıda karın tokluğuna çalışan bir ‘baba’ dır. Sosyalizmin türküsünü çağırıp filmini çektiği ezilenlerin hakları sağcı iktidarlar vasıtasıyla halka sunulmuştur artık. Kıyıda köşede eski bir fotograftır ‘devrim’, yamalı bir parkadır ‘deniz’ ve artık eski tüfektir Cem Karaca.
Şimdi 2000’lerden ele alalım konuyu. Bu yazının amacı siyasi düşünceleri yarıştırmak değildir. Bu yazı siyasi kutuplar arasında savrulurken bir çok şeyini yitirmiş bir milletin hatıratıdır
90’ların sonunda Türkiye kabuk değiştirmeye başlamıştı. Gelişen teknolojiye paralel olarak artık herkesin cebinde bir telefon vardı. İletişimde çağı yakalayan taşra kendi dönüşümünü yakalarken büyükşehir varoşları lüks araçlarla dolmaya başlamıştı.
Emlak piyasasının canlanması yeni zenginler türetirken hükümet politikaları gereği bankalar her isteyene kredi vermeye zaten dünden hazırdı. Bir zamanlar köylerinden koparılıp fabrikalara doldurulan köylüler bu sefer de hizmet sektöründe vazifeye çağırılıyor ve köyler hızla boşalıyordu. Sezonluk tarla çalışmasından ve hayvan kokusundan bıkmış köy gençliği bu fırsatı elbette kaçırmayacaktı. Şehirde içinde her imkanı olan bir eve yerleşecek ve rahat yaşayacaklardı. Asgari ücret mukabilinde çalışıp bir de araba alabileceklerdi. Tarlayı tapanı satıp geldikleri şehir ortamında elbette evlenecek çoluk çocuğa karışıp mutlu mesut yaşayacaklardı. Bunların zemini ikibinlerde sağ muktedirler tarafından hazırlanmış ve Türk solu kırsal kesimi de elinden kaçırmıştı. Karaoğlan “Köykent” diye diye ahir ömrünü tamamlayıp bu dünyadan göçmüş ve unutulup gitmişti.
Zamanın modası artık “Reis” olmuştu. Kitleler onun ve onun getirdiği refahın müptelası olmuş, bu refahın azalmaması için de her seçim yarışında onun yanında saf tutmuşlardı. Her ne kadar “Reis” İdeoloji, fikriyat ve edebiyata sımsıkı sahip çıksa da, kitle bu değerleri bir köşeye terketmiş, menfaat dönüşen yeni toplumun bir numaralı “dini” haline gelmişti. Marka bağımlılığı sari bir hastalık gibi coğrafyanın yekününe hakim olmuş, defolu dahi olsa bir markayı göğsünde taşımak topluma haz vermeye başlamıştı.
Muhafazakarların iktidarı döneminde yaşanan bu derece liberal dönüşümler muhafaza kelimesininin ideolojik yönünü değiştirmiş ve sol tarafa yerleştirmişti. Belli bir yaşın üzerinde olanlar “Eski” ve “Yeni” Türkiye kavramları ile kıyaslama mücadelesine girişirken, Z kuşağı geçmişten bihaber, geçmişe düşman kesilmişti. Gerek tartışma programları gerekse dizi/filmlerle geçmiş didik didik edilmiş ve bütün kafalar karmakarışık olmuştu. Biti kanlanan yeni liberaller kendilerini bu mertebeye taşıyan dini ögelerin güncellenmesi gerektiğine bile hükmetmişlerdi. Ceplerde taşınan iletişim cihazları o derece gelişmişti ki hayalleri süsleyen cinsi latifler artık uçkurun bir tık uzağındaydı. Eski Türkiyede kök salmış materyalizm yenisinde daha da derinlere iniyor ve ahırda inek sağan köylü kadına/erkeğe kadar uzanıyordu.
Maneviyatı tekeline almış bir çok imam televizyon ekranlarında yargı dağıtıyor karşılığında lüks oteller inşa ediyordu. İki damla gözyaşının karşılığı koca bir ordu kurmak olan kimi imamlar ise uzaklardan salya saçıyor, o salyayı çorbalarına tuz eden koskoca bir halk da bunu maneviyat zannedip iki tas fazla içiyordu. Artık herkes ekrana çıkabiliyor, canlı yayın yapabiliyor, yediği yemeği değil de resmini bütün dünya ile paylaşabiliyordu. Bir zamanlar cinayet sebebi olabilecek bir çok vaka artık günlük hayatın olağan parçası haline gelmiş ve “yarin yanağı” bile paylaşabiliyordu.
Bir kültür birikimine sahip olamadan orta hatta üst sınıf yaşantıya sahip olmuş kitleler ahlaksızlığın her türlüsüne bulaşıyor fakat sandık başına geçtiğinde “dini bütün” adaylara oy veriyordu. Çünkü bu imkanı onlar sağlamıştı ve giderlerse herşey eskiye dönecek ve refah seviyeleri kaybolacaktı. Onların korkusu hizmet alacakları hastaneler, yollar, köprüler değildi. Halkın yegane korkusu tekrar sıradan insanlara dönüşmekti. Son yirmi yılın gelişmeleri sayesinde kendilerini bir toplumsal üst sınıfta bulan işe yaramaz güruh yakaladığı bu sosyal seviyeyi kaybetmek istemiyordu. Bir partili olmanın “doktora” seviyesinde itibar gördüğü toplumu kim kaybetmek isterdi ki.
İktidarı yönetenler elbette işin ucunun buraya gelebileceğini hesap edememişlerdi. Muhafazakarların içindeki ezilmişlik duygusunun önce yerini intikam almak sonra da ganimet paylaşmaya evrilmesini kimse tahmin edememişti. Üçüncü sayfadan baş sayfaya gelmenin verdiği haz ile geldikleri yeri unutmuşlar ve geriye dönmek istemiyorlardı artık. Bütün bunlar yaşanırken Eskinin muktediri olan Türk solu irticaya sıkı sıkı sarılıp 1920’lere umut bağlamıştı. Mezardan çıkıp gelmesi dilenen Atatürk ve silah arkadaşlarına umut, çaput bağlamaktan öteye siyaset yapmayanların vebali elbette daha ağır olmalıydı. Milletin yaşadığı bu olumsuz dönüşümün müsebbibi bugün iktidar görülse bile muhalefet de en az iktidar kadar suçluydu. Yeniye dair hiçbirşey üretemeyen ve laf kalabalığından öteye siyaset geliştirmeyen herkesin bu vebale ortak olduğunu göremeyen göz kör olmalıydı.
MİLLETÇE en kolay yapabildiğimiz şey problemlerin tesbitidir. Lakin çözüm üretme konusunda tembel olduğumuz aşikardır. Yıllardır gözümüzün önünde cereyan eden göçler ve ahlaki erozyona karşı tedbir almayı ya düşünmemiş ya da başaramamışız. Nitelikli nüfusun ülkeden kaçışına engel olmayışımız da başlı başına ayrı bir konudur.
Osmanlının son döneminden bugüne aydın terimi üstüne çok şey koymadan yerinde saymış, bazı bohem zevklerin etkisi altında suni bir edebiyat, suni bir sinema üretmekten öteye geçememiştir. Ortaya konulan eserlerin bir çoğu da taklitten ibarettir. Türk aydınının bu zaafiyeti siyasetin işine gelmiş ve gelmeye devam etmektedir. Muktedir olsun olmasın görevi sadece oy almak olan siyasetin ise halkın “ahlaki refahı” ile ilgilenmeye zamanı yoktur.
Siyasetin ve aydının bu kadar meşgul olması sebebiyle halkın aydınlatılması konusu Sivil Toplam Kuruluşlarına kalmış gibi görünse de ister taşrada ister büyük vilayetlerde o koltukların sahiplerinin de hep aynı kişiler olması ve babadan oğula tarzında bir saltanatla idare edilmesi meseleyi bu açıdan da akim bırakmıştır. Laf kalabalığı ederken bile, halkı bir “sürü” ve idarecileri de “çobana” benzeten bir anlayışın hüküm sürdüğü, el pençe divan durulan bir ülkede yaşıyoruz.
Teknolojik, ekonomik hatta teolojik dönüşümün çok hızlı yaşanmasına rağmen bilincin dönüşememesi bizi nereye götürmektedir? Çok katlı binalarda katledilmiş “komşuluk”, ırzına geçilmiş “ahlak” ve hasta yatağından kalkamayan “aile” kurumu hangi mahkemede beraat edecek ve ait olduğu sosyolojiye kavuşacak?
Sorular, sorular, sorular.. Günlerce sorulsa bitmeyecek sorular ve hergün biraz daha çetrefilli hale gelen sorunlar. Seksenlerden itibaren bir ticarethane havasına bürünen eğitim sistemi bugünkü eğri büğrü sosyolojinin yegane sebebidir. Okuma/yazma öğretmekten öteye gitmeyen müfredat, ortaya ne dediği pek anlaşılamayan bir nesil çıkarmıştır. Bir insan kendini ifade etmekten ne derece yoksun ise idrak etmekten de o derece yoksundur. Algılarına hakim olamayan insan istek ve ihtiyaçlarını belirlemeye de muktedir değildir. Örneklersek eğer markete soğan almaya giren bir kişi elinde birkaç poşet kişisel bakım ürünü ile dışarı çıkmaktadır. Tüketim algılarının bu derece savruk olmasında etkili olan televizyon yayıncılığı da yine eğitimsiz toplum üzerine kurgulanmıştır. Yıllardır izlenen yayın politikası temel ihtiyaçlara değil de lüks tüketime yöneliktir. Şimdi yazının bu noktasında toplumun özelliklerini belirleyelim:
-Eğitimsiz birey
-Lüks tüketim
-Düşük gelir
-Vasat derecede sanat
-Zayıf ahlak
-Kalitesiz siyaset
Çözüme yürümek için önceliğimiz eğitim olursa diğer toplumsal özellikler kendiliğinden değişmek zorundadır. Lakin bu değişiklik birilerinin işine gelmeyecektir. Örneğin bize elektronik tedarik eden herhangi bir ülkenin ticaret hacminin daralması ki dış güçler tarifi bu minvalde yapılırsa daha açık olacaktır, o ülkenin bizim açımızdan tehdit oluşturması durumu ortaya çıkacaktır. Uluslararası pazarda etkili olan bu büyük ülkelerin bize açıktan savaş ilan etmesini beklemiyoruz ama içeride taraftar toplamaları ve küçük operasyonlarla halkı etkilemeleri mümkündür. Burada yine devreye eğitim girmektedir. Eğitimsiz bir kitleyi her mecraya sürüklemek çok kolaydır. Eğitimsizlikten kastım cehalet değil, herkes bir şekilde diplomaya layık görülmektedir bugün. Tek başına diploma eğer bir işe yarıyorsa koltuklara diplomaları oturtun gitsin.
Sonuç olarak toplumsal bir dönüşüm için insan kalitesini yükseltmek zorundayız ve bunun başlangıç noktası da eğitimdir. Geçmiş nesillerin olumsuzluklarını masaya yatırıp, bu olumsuzluklardan arındırılmış yeni bir eğitim programı ile insanımızı dönüştürmek çok da zor değildir. Eğitimi düzelttiğimiz takdirde herşey yeniden şekillenecektir. Benim kitlem az bilsin, beni bilsin ve sözümü dinlesin mantığının bizi getirdiği yer bellidir. Yeni parolamız “benim kitlem okusun, öğrensin, beni sorgulasın ve hedeflerimizi beraber yükseltelim” olsun.
Sağlıcakla kalınız.