İHANETİN SONU
Ali BADEMCİ
Şartlar ne olursa İslâmiyet’de “Asr-ı Saadet”, yâni Hz.Muhammed’li yılları çıkarırsak gerek Bağdat, gerek Mısır ve gerekse Osmanlı halîfeleri zamânında, bizim kültürümüzün “Kavm-i Necib” diye adlandırdığı Arap Milleti en güzel 1000 yılını Türklerle birlikteliğe borçludur. Hz.Muhammed’in “Ben Arabım Arap Benden Değildir” diye vasıflandırdığı rivâyet edilen Araplar’ın asâletine karşı mezkûr yıllarda Türkler hiç de kendilerini aşağılanmış düşünmediler. Hatta gerek Abbasi ve gerekse Fatimi ve Abbasi Mısır halîfeliklerinde birçok olumsuz oyunlar, tefrikalar ve hurâfeler yine özellikle Nizâmiye ve Memlûk mekteplerinde sistemleştirilen Fıkıh, Kelâm, Akayit, Kıyas, Hadis, Kur’an, Arapça gibi İslâmî disiplinler bugünkü literatürel zanginliğe kavuşturulmuş, ”Ben Gönderdim Ben Koruyacağım” mealindeki Tanrı buyruğu ile İslâm Tarihi’nin kara sayfaları olan Emevi ırkçılığı, Ahfad’a Kerbelâvari hunharca muameleler Türkler hükümrânlığında nihâyetlendirilmiş ve Osmanlı ile Mübârek dinimiz 20.yüzyıla berrak ve mukayyed bir dünyâ dini olarak kendini taşımıştır.
Peygamber Efendimiz zamanında Araplar’ın ihânetini İslâm tarihçilerine bırakalım da yakın zaman devletimiz ve Arap münâsebetlerinin seyrine bir göz atalım:
Esâsında Osmanlı tarihinde Arab ihâneti kendisi ırken Arnavud olan Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Paşa’nın başkaldırması ile başlamıştır. Mısır’ın Napolyon ve daha sonra İngilizler’in eline düşmesinde devletimizin zayıflamasından faydalanan Kavalalı âilesi ile Araplar’ın işbirliğinin sebeb olduğunu diğer sebeplerle birlikte değerlendirmek lâzımdır. Mısır elimizden çıktıktan sonra da “Emir” makamı ile “Ahfâd”ın bugünkü İstanbul’da boğazın en güzel yerlerindeki yalılarda, zamanımız en yüksek düzey devlet adamları statüsünde yaşamışlardır. Bizim “Cumhuriyet Dönemi”nde ödediğimiz Osmanlı borçları işte o yıllardan içinde bu adamlara da ödediğimiz devlet borçlarının kalıntıları idi. Tabii Büyük Savaş öncesinde yaptırılan İstanbul – Hicaz ve İstanbul – Bağdat demiryolları dış kredilerinin borçlarını da, Hüseyin Cahit Bey’in çok yerinde tesbine göre gemiye terkeden Arnavut – Boşnak – Arap – Dürzi gibi İmparatorluğun İslâmi unsurları gemiyi en önce terkettiklerinden yalın ayak başı kabak zavallı Türk insanı dünyaya kafa tutarak bir istiklal mücadelesi vermiş ve bazı bedbahtların sandığı gibi geçmişini inkâr etmeyerek Osmanlının devlet borçlarını da ödemek sûretiyle Cumhuriyet’in aynı zamanda Osmanlı’nın devâmı olduğunu ispatlamıştır.
1.Cihan Savaşı’na “Hasta Adam” olarak giren devletimiz İstiklâl Savaşı ile dünyaya meydan okuyacak derecede 9 yıl 6 cephede ve son savaşta Almanlara da yardım ederek 8 cephede çarpışmış olan “Mübarek Türk Askeri” bu kadar hengameden en azından “Yepyeni ve Dipdiri” bir moralle çıkmıştır. Başta Hicaz Emiri Şerif Hüseyin Paşamız olmak üzere “Gece silâhlı gündüz külâhlı” Araplar; dünya imkânları ile bu cepheye yüklenen, şeyhlere vagon dolusu altın dağıtan İngiliz imkânlarına rağmen en çok hırpalanan Suriye ve Kanal cephelerinde belki kazanç elde edilememiş ama çok büyük çöküntünün de yaşanmadığı gerçektir. Bunun en canlı şâhidi Suriye ve Mısır’da 1950’li yıllara kadar Türklük vardır ve bugüne kadar da izi silinememiştir. Irak cephesi için de aynı şeyi söyleyebiliriz ki gerek 6.Ordu Komutanımız Halil Paşa (Enver Paşa’nın amcası) ve daha sonra İzmir’e ilk giren ordu komutanı olma şerefini taşıyan Nureddin Paşa’nın çok trajik hatıraları ile ATASEV’in neşrettiği belgeler buradaki kahramanlığı ortaya koymağa yeter, hatta artar bile… Akılımda kaldığına göre 350’si üst rütbeli subay olmak üzere ve 16000 esir alınmıştır. İleride devletimize çok faydası olacak olan Mondrosun en faal İngiliz Generali Ferrers Townshend de bu esirler arasındadır. Çok entresandır ki savaş ortamında İngilizler bizim vatandaşımız olan Araplar’a Lawrens gibi ajanları eliyle altın dağıttıklarından nankör adamlar bu yüzden devletlerinin kağıt parası ile orduya erzak satmamışlar, bizim devletimiz de altın borçlanarak savaş yıllarında bu bölgelerden ordunun mübayaa işlerini “Altın”la yürütmüşlerdir. Daha da entresanı Efendimizin bekçiliğini yapan, Ravza-i Mutahharâ’nın emanetçisii Fahreddin Paşa ve askerlerine yiyecek satılmadığı için “Çekirge” yemişlerdir. Gazi bütün bunları bildiği için Cumhuriyet gibi tarihimizin en faziletli günlerinin sorumlusu olarak hayâtında Araplar’la hiçbir işbirliğine girişmemiş, Kahraman İsmet Paşa ise onu tâkip ederek doğruyu yapmıştır. Bu politikanın ne kadar doğru olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz.
Efendim doğrusu ve yanlışlığı ayrı bir mesele olmak üzere Türkiye, Özbekistan ve Kazan’lı tarihçilerimiz yazarlar ki bizim Anadolu’da pek meşhur olan Karamanlılar üzerinde Ahmed Yesevi Hazretlerinin intizarı varmış. Karamanlılar kendileri gibi Oğuz olan bugünkü Yesi’de yaşadıkları zamanda Hoca’nın sütlü ineği ile tek evlâdı İbrahimi öldürmüşlermiş.. Ve sebeble Hoca Tanrı’nın onlara devlet vermemesi için beddua etmişmiş. İşte o kadar mücâdeleye rağmen Anadolu’da Karamanlılar’a 1000 yılda Allah devlet olmayı nasib etmemişdir.. Vallahi Araplar’ın tutumu da aynı.. İhânetin sonu budur.. Yine duâ ederiz ki din kardeşlerimiz olması dolâyısiyle Allah onlara yardım etsin.. Sağlıcakla..