Türklerin Müslümanlığının kavga, döğüş ve muharebe ile gerçekleşmediği hususuna kaynaklarımız tam bir ittifakla şehadet etmektedir. Şarkiyatçılar da bu konuda yeteri kadar çalışma yapmışlardır. Onlar da bu hususun ehemmiyetle altını çizerler. Bizim yerli bilim adamlarımız ise Türklerin Müslümanlığa kitle halinde duhulünü, daha ziyade eski Türk inançları ile İslami umdelerin örtüşmesi gerekçeleriyle izah ederler. Bu konuda sadece Cumhuriyet devrinde yüzlerce ilmi eser ortaya konduğu gibi, Osmanlı devrinde de, özellikle son zamanlarda Vanizade Mehmed Efendi’nin tefsiri ve bu tefsirin girişinde de ilk olarak Kaşgarlı Mahmud’un ortaya sürdüğü “İnzar Ayetleri” ve Hz. Peygamber’in Türklerle ilgili dâvet ifade eden buyruklarını görmekteyiz.
Bizden evvel Sasaniler İmparatorluğu’nun nasıl yıkıldığını, İslâm Orduları’nın İran’ın üzerinden nasıl silindir gibi geçtiklerini pek iyi bilmekteyiz. Sasanilerin millet adının Pers’den Fars’a nasıl dönüştüğünü, İslami Fetih’in Arap zulmüne dönüşmesinde Anuşirvan ordusundaki Türklerin bile engel olamadıklarını, ancak henüz Müslüman olmayan bu ırkın, Arap harp usullerini öğrenerek Türgiş Hanedanı’nın Türkistan duvarını ördüğü hususu da gözlerimiz önündedir. İşte sırf bu yüzden Arap zulmüne karşı Türkistan Tacikleri’nin çoğunluk olarak İran içlerine çekildiklerini ve büyük ölçüde bir soykırıma uğradıklarını da, onlar adına kabullenmeliyiz. Dört Halife Devri bile İranlıların İslam’a direnmeleri ve direndikleri ölçüde de, telef olmaları ile geçerken oluşan kin ve nefret, bu iki milletin birbirine ölesiye düşman olması ile sonuçlanmış, nüfusu ile birlikte nüfuzu da azalan Persler, işte bunun için bugünkü Fars Körfezi kıyılarına hapsolmuşlardır. Şarktan Bizans’ı titreten o muhteşem Sasani İmparatorluğu, işte böyle inkıraz bulmuştur. Dolayısıyla oluşan Arap-Fars düşmanlığı İslami hareketlerde onları ehl-i sünnet düşmanı ayrılıkçı cephelere itmiştir. Farsların bir takım Araplarla birlikte Hariciliği ve aynı zamanda Şiiliğini başka türlü izah edemeyiz. Gerçi Türkistan Tacikleri dillerini değişik bir lehçe ile de olsa muhafaza edip ehl-i sünnet cephesinde kalmışlardır; lâkin bir âlim Farsların İslam karşısındaki durum ve tutumlarını “İslâm’dan İntikam” gibi bir deyimle izah etmekten geri kalmamıştır. 1400 yıllık bir tarih az-çok bize bu gerçeği ifade eder mahiyettedir. Hiçbir şekilde böyle bir izah, bugünkü İran’ı İslâm dışına itmeye yetmez. Çünkü bugünkü İran Şiasının Türkî devirlerde Sünnilik üzerine kurulduğunu bilmeliyiz.
Gerçekte Türkler İslâm’a “Tasavvuf” gibi eski inançlarını da dışlamayan bir öğreti ile dâhil oldular. Hz. Peygamber zamanında başlayan münferit olarak İslam’a dahil olma, Türk Evliyaları Emevilerden Abbasîlere geçiş döneminde, özellikle mezhep cereyanlarında, bir taraftan Sünni İslam’ın kurucuları olurken, bir taraftan da Arap düşmanlığı ile yıkıcılığa dönüşen Fars Şiiliğine müdahil olmuşlardır. İşte Mezhepler yerine otururken “Tarikat” adı altında ve tamamen Türk Evliyaları nezaretinde, edebiyatla birlikle “Tasavvuf Cerayanları” başlamıştır. Bayazıd-ı Bestami, Yusuf Hemedani, Ahmed Yesevi, Yunus Emre, Necmeddin Kübra, Hacı Bektaş Veli, Mervlâna Celâleddin gibi Türk Mutasavvıflar İslâm’ın özünü doktrinleştirmişlerdir. Bu sebeple Ahmed Yesevi ve hatta Hacı Bektaş Veli düşüncelerini sadece Sünni İslam’la izah edemezsiniz. Kendisi Şii olan ve Emevi diktatoryasına son veren Sünni Abbasi Hilafetinin Başkomutanı Eba Müslim-i Horasani de bir hayli kafanızı karıştırır. Baba İshak’ın müridi olan Hacı Bektaş Veli’nin Sünniliğe dayalı bir Türk İslam İmparatorluğu olan Osmanlı’nın tefekkür hayatına hakimiyeti için de söyleyecek söz bulamazsınız! İşte İslam’ı organize eden Türk Tasavvufu herhalde bu pencereden görülmelidir.
Siz Sayın Başbakan ve takımının ahkâm kestiğine aldanmayın. Türk Düşüncesi’ni anlamadan İslâm’ı izahta zorluk çekersiniz. Bizim ara-sıra biraz da öfkelenerek “cemaat-cemaat” dediğimizin de, hedefini kötü niyetlilerin okları ile paralel görmeyin. Türk Düşüncesi’nde “Cemaat ve Cemaatçılk” vardır ve öğretinin de sahibi Türk Ülküsüdür. Bu işte siyasetten ziyade gerçek ölçü samimiyettir. Türk Milliyetçileri arasında öyle sağ gösterip sol vurarak, Milli Güvenlik Kurulu kararlarında attıkları imzaları “Cemaat”den saklayarak “takiyye” yapan vasıfta insanlar yoktur. Milliyetçiler her zaman ve şartlarda “İslâm Nüv’esi”ni başlarında taşımışlardır. Hikmetyar gibi adamların karşısında el pençe divan durmak yerine dünyanın huzurunda eğildiği Hz.Mevlana’yı kucaklayan zihniyet “Türk Cemaatçılığı”dır. Hatta İslâm Şehidi Mübarek adam Necmeddin Kübra’nın dünyasını kucaklamak da Türklüğün ta kendisidir.
Peki Fetullah Hoca Efendi mi, Hacı Tayyib mi derseniz elbette “Hocaefendi”dir. Hacı Tayyib, Türk kelimesini ağzına almazken Hoca Efendi’nin “Türk Meküresi” demesi gönüllerimizin aynasıdır. Ama ne yazık ki, o Zaman Gazetesi’nde Mümtazer’in fetvaları ile Hoca Efendi’nin düşünceleri hiçbir şekilde örtüşmüyor. Münafıklık ve ayırımcılık estiriyor. Adam her konuda uzmanlık sergiliyor. Sanki başkaları bilmiyor, görmemiş veya okumamış… Çoğu zaman da gülünç duruma düşüyor. Bir Başbakana, bir “Cemaat”e kıvırıyor.. Ara-sıra MHP’lilere de alaylı bir tavırla “Eski dostlarım” diye atıfta bulunuyor. Daha başka sevimsiz, kerameti kendinden menkul adamlar da var. Bunlar insanların midesini bulandırıyor. Hoca efendi bir kere olumsuz olarak Atatürk adını ağzına almadığı halde bunlara her bahiste biber gidiyor. Onun için Hoca Efendi, millet nazarında fikirlerinden ziyade adamlarının siyasi İslâmcılığı ile tanınıyor. İşte meselenin özü budur.
Rahmetli Nevzat Kösoğlu demişti ki “Biz aslında ülkücülüğü Hoca Efendi hareketi gibi cihanşümul bir hareket olarak düşünüyorduk. Ama halimize ve keyfimize bırakmadılar. Biraz içerden biraz dışarıdan sündürerek bugünkü durumu yarattılar. ”Gülen Okulları”nın ülke içi ve dışındaki çalışmalarına kim ne diyebilir? Hoca Efendi’nin görüşlerine bile söylenecek bir şey bulunamaz. Ama sanki gizli bir örgüt havası verilerek yok “Polis Teşkilatı ellerinde”, yok “ Ordu da bile şu durumdalar” gibi hususlara açıklık getirilmesi lâzımdır. Siyaset apayrı bir şeydir. Ölçüyü kaçırmamak ve açık olmak milletin tasvip edeceği bir şekildir. Tarihimizde zaman zaman ”Cemaatlar”ın benzer davranışlarını saymaya bilmem gerek var mı? Hz.Mevlâna’nın, Türk insanı inim inim inlerken, devletimizi yıkan Türk Moğol Ordularına karşı çıkmayıp mürid-i âzamı, zoraki Vezir Muineddin Pervane ile keyif çatması hâlâ unutulmayıp başına kalkılmaktadır. Anadolu insanı aynı Moğol orduları karşısında onu Necmeddin Kübra gibi görmek isterdi.
Hoca Efendi’den Türk Milleti’nin beklediği budur. Fakat maalesef nankör iktidar onun uzlaşmacı anlayışını şu “Çözüm Süreci İhâneti”n de bile kullanmıştır. Bu sebeple şu anda PKK internet sitelerinde, bırakınız Hoca Efendi’yi, Bediüzzaman’ın bile “Kürdi” eğilimleri yokken bir sürü zırvalar ortaya konmaktadır. Hoca Efendi’yi Alparslan Türkeş’in “Küçük Hüseyin Efendisi” konumunda görmek istiyoruz. Hiçbir ülkücünün onun hizmetleri ve görüşleri ile alıp veremeyeceği yoktur. Bunu Bediüzman’a bile teşmil edebilirsiniz. Özü-sözü bir, aydınlık ve berrak bir ülkücülüğün Hoca Efendi gibi islami tefekkürün zirvesinde bulunan görüşlerine elbette toplum olarak da, hareket olarak da ihtiyacımız vardır. Ama biz siyasete bulaşmamış, yüzde yüz yerli ve yüzde yüz milli görüşlerle teçhiz olma sevdalısıyız. İslâm’ı kullanılıp atılacak bir dünya olarak görmek, kafamıza da, gönlümüze de sığmıyor.
Tıpkı ülkücüler gibi “Cemaat”de provokatörlerden sıyrılmalıdır. Peyami Safa’nın meşhur ”Başkalarının yardımı ile başarılan işler mutlaka onlara borçlu kalır,” sözleri bugün için daha anlamlıdır. Tarihimizden gelen tecrübelerle bunu daha iyi bilmek ve anlamak zorundayız. Hataların yıllarca izleri silinmiyor. Ama ne yapalım ki “Beşer şaşar” tespitinin de dışına çıkamadığımız zamanlar oluyor.
Sağlıcakla…