Hepimizin güzel dostluklarının bulunduğu Anadolu Alevileri’nde hakim bir kanaate göre Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim Çaldıran Savaşı öncesinde Anadolu’da 40.000 Alevi’yi katletmiştir. Hatta bu yüzden Boğaza yapılan üçüncü köprüye çok büyük tepki koymuşlardır. Böyle bir şey var mı yok mu o da çok belli değildir. Şüphesiz ki bu kadar sayıda insanın öldürülmesi öyle basit bir hâdise değildir. Lâkin insanlığın veya milletlerin tarihinde izafe edilen benzer hadiseler için birçok örnekler gösterilebilir. Yakın zamanda Avrupa iç savaşları, Amerike kıt’asında Kızılderili olayları ilk bakışta hatırlanabilir. Sebebler aynı olmasa da Cengiz ve Emir Timur da böyle işlerin dikalasını yapmışlardır. Şüphesiz ki bu kabil acı hadiseler doğru da yanlış da olsa yaradır. Hata nedir; ”Şuyuu vukuundan beterdir”.
Yavuz Selim’in hareketini kınayan, hatta ona küfrederek zamanında Şah İsmail taraftarlığı yapanların İsmail’in de Merv’de birkaç misli Özbek öldürdiüğünü ve Özbek Han’ı Muhammed Şeybani’nin kafatası ile günlerce gösteri yapıp âlemlere bile tevessül ettiklerini hatırlamak lâzımdır. Özbekler’e sorarsanız Merv ve Özbek şehirlerinde yüzbinlerce insan katledildiği cevabını alırsınız! Alevi dostlarımız tarih ile çok ilgilenmiyorlar; lâkin bunlar bizim tarihimiz değil mi? Edebiyat kadar kendi ırklarının da tarihi olan bu kaabil olayları ne için görmemezlikten gelirler ! Hakikatten şu 40.000 rakamının da doğruluğu var mıdır derseniz, hâlâ ve oldukça tartışılmalı bir konudur ve kesinlikle sayılara doğru demek, hatta sayı telâffuz etmek mümkün değildir.
Gölpınarlı’ya göre Selçukoğulları devrinde Anadaolu’da büyük bir dinî tolerans ve müsamaha vardı. Türkistan’dan Türk Moğolları önünden kaçan “Sufiler”in son dayandıkları yer Andadolu olmuştu. Her hane bir tekke durumuna gelmiş ve Türk Kültürü âdeta altın çağını yakalamıştı. Osmanlı devrinde “Sufiliğin” Rumeli’ne atlayışları da ancak bu müsamaha sebebiyle izah edilebilir. Yani Selçuklu iyiydi de, Osmanlı kötüdür gibi bir anlayış bizi doğru sonuçlara götür mü? Osmanlı devrini hiçbir şekilde gaddar ve bağnaz gibi mefhumlarla vasıflandıramayız. Nitekim 2.Bayezid’e 1492 yılında bir suikast teşebbüsünde bulunulana kadar kimse kimsenin görüşlerine müdahale etmemiş, devlet hükümran olduğu topraklarda sazı-sözü ve şiiri ile başka bir devletin “Şah”ına özlemlerini bile ifâde edebilmiştir. Acaba bugünkü demokratik ülkelerin hangisinde böyle bir sosyal anlayışa müsaade edilebilir.
Osmanlı’nın kuruluşundan Safavi Devleti’nin ortaya çıkışına kadar, Erdebil merkezli Safevî Tarikatı’na her yıl “Çerağ Akçesi” gibi bir yardım yapıldığı tarihi kayıtların tamamında yeralmaktadır. ”Çerağ” bizim “Çıra”nın ta kendisidir. Yani insanları tıpkı lamba gibi aydınlatma bedelidir. Bunu çbir şekilde bugünkü ölçülerle Safavî âilesin o zaman “Sünni” oldukları gibi bir görüşün dar kalıpları ile cevaplandıramayız. Âilenin ilk çıktığı yer olan Gilan’ın ilk İslâmi devirlerden beri “Batıni” karekterli cerayanların yuvası olduğunu çok iyi biliyoruz. ”Yani din hükümlerinin dünya düzeni için konduğu, dinin içyüzünü bilenin, bu hükümlerle mukayyed olamıyacağı esasını kabul edenlerin(Gölpınarlı)” yaşadığı bir yerdi. Bu sebeble zamanımız İranlı tarihçilerden Kesrevi’nin aktardığına göre Safevî âilesi tavizsiz sünnî karekterler ve kurallar ortaya koyan “Sünnî” fakat “Şafii” mezhebine mensuptular. Nitekim aynı gerçeği çok daha önceleri Kazvini(1350) de ifâde ettiği gibi, ”Safavetü’s-Safa”da da görürüz. Şüphesiz ki Şafii’liğin Alevilikle eş-anlam gibi ilgisi yoktur. Yalnız şu husus ehemmiyetlidir ki âile İslâmi inançlarda katı ve sert bir temelden gelmektedir. Osmanlı da onlara inanışlarında samimiyetinden ötürü, gerçekten değerli oldukları için kıymet vermiştir. Tıpkı Ankara Savaşı’ndan dönüşünde Emir Timur’un yaptığı gibi. Peki ne oldu da Osmanlı eğer doğru ise o kadar insanı katledecek hâle geldi ?
Bu sorunun cevabınını o zamanı tetkik edenler daha iyi bilir. Osmanlı karşıtlığı ve Safavî taraftarlığı oluşan yığınlarla tam doludizgin gidiyor ve Padişah’a sui’kasd yapacak kadar kural ve kanun tanımıyordu. Bu şartlarda devletin tedbir arayışlarına girmesinden daha tabii bir şey düşünmek mümkün değildir. Şehzadeliğini İran’a yakın bir coğrafyada geçiren Yavuz, babasını tahttan indirdikten sonra, onun zamanında başlayan çalışmaları hızlandırmış ve Anadolu’da Alevi tesbitleri yaptırmıştır. Bunlar doğrudur. İşte bugün elimizde bulunan o zamanın devlet kayıtlarına göre(Saim Savaş) 40.000 insan tesbiti yapılmış olduğu biliniyor; fakat hiçbir kayıtta ve çalışmada Çaldıran önce bu kadar insanın katledildiğine dair bir şey olmadığı gibi, Safavî kaynakları ve o günden beri yapılan çalışmalarda da görülmemiştir. Popüler neşriyatta bu vari hususlar yer almış olsa da kesinlikle doğrulanamamış ve hâlâ da tartışılmaktadır. Çaldıran Savaşı’nda orduda bulunan bu kaabil insanlardan az veya çok sayıda maktül düşen olabilir; lâkin bunları katliam diye nitelendirmek mümkün değildir. Birbirine harmanlamak, karıştırıp buruşturmak hiçbir şekilde doğru olamaz. Fransız Jean-Louis Bacque Grammond’un bu hususta yaptığı bir çalışma ve neşrettiği listede ancak 79 kişi asıldığı kaydedilmiştir. Bu kadar mıdır? Bu da mutlaka doğru değildir. Lâkin uzmanların ortak görüşüne göre Osmanlı geleneğinde böyle katliamlar yerine “Sürgün Cezası” verilmesi daha akla uygundur. Mühimme Defterleri’nde özellikle 16.asrın ikinci yarısından itibaren böyle toplu toplu sürgün, yer değiştirme ve tecbir hadiselerine dair binlerce örnek mevcuttur.
Bütün bu sebeplerden ötürü millet olarak daha akıllı davranmamız şarttır. Meseleleri daha makul ölçülerde tetkik edip öyle sonuçlara varmalıyız. Gerçekten modern çalışmalarda bile Osmanlı Devleti’nin çok ciddi bir devlet olduğu ve kayıtsız hiçbir iş yapmadığı hasseten ifâde edilmektedir. Speküler yayınları ihtiyatla karşılamak ve heyecana gelmemek yolun en doğrusudur.
Sağlıcakla kalın.