
Halim Kaya
Daha önce Süleyman Eryiğit’in yazmış olduğu “Osmanlı ve Kapitalizm”, “İki Dünyanın Hikayesi” ve “Erol Güngör- Eleştirel Bir Okuma” adlı kitaplarını okumuş ve okunmaya değer bir yazar olduğuna dair bir kanaat edinmiştim. Süleyman Eryiğit hakkındaki kanaatimiz de daha önce Osmanlı ve Geri kalmışlık üzerine yazmış geleneksel milliyetçi aydınlar ile teşhiste hemen hemen aynı sebepleri tespit edip aynı teşhisi koymakla birlikte sonunda netice olarak varılan tespitte eksikliğin ne olduğu hususunda farklı bir neticeye ulaşan bir düşünür olduğu şeklindedir.
Süleyman Eryiğit’in okumaya başladığımız bu dördüncü “İnsanın Metafizik Anlam İhtiyacı ve Din” adlı kitabı Net Kitaplık Yayıncılık tarafından Ocak 2022 tarihinde birinci baskısı 245 sayfa olarak gerçekleştirilmiştir. Kitap “İnsan ve Metafizik Anlam İhtiyacı” başlıklı birinci bölüm ile “Müslüman Geleneğin Bugünkü Meseleleri” başlıklı ikinci bölümden oluşmaktadır.İkinci bölüm yazar Süleyman Eryiğit’in “Erol Güngör- Eleştirel Bir Okuma” adlı kitabında eleştirdiği Erol Güngör’ün “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabında cevap aradığı mevzulara ondan kırk yıl sonra tekrar bugünün problemleri açısından temas ettiği izlenimi vermektedir. Yani Erol Güngör’e bir öykünme hissedilmektedir.
Süleyman Eryiğit inanılan dinin her ne kadar dikte edilen bir inanç olarak görülmesine rağmen insan tarafından algılanıp uygulanarak hayat tarzı haline getirilmesinin de bir inanç olduğunu ve bu veçheleriyle iki taraflı bir etkilemenin söz konusu olduğunu “Din vahyedilen ya da vazedilenin yanında, muhatabının algısıyla ve yorumuyla da oluşmaktadır.” (s.15) ifadesiyle ortaya koymaktadır. Yani Süleyman Eryiğit’in söylemek istediği zannımca; din Allah’ın vaz ettiği Peygamberin tebliği ettiğin kaidelerin yanı sıra insanın ondan anladığı ve hayatına uyguladığıyla bir din olmaktadır.
İlk insandan inanç yoluyla monoteist/Tevhidci bir inanıştan panteizme evrilişi, medeniyet ve kültürün Asya’dan Anadolu’daki medeniyetlere, oralarda yeniden şekillenerek Atina ve Roma’ya intikalini ve Rönesans, aydınlanma, endüstri devriminden hala yirminci yüzyılda edebiyata tesir ediyor oluşuna kadar metafizik bilginin dönüşüm hallerini ve insanın manalandırma çabalarını okuyoruz. Biraz Atina’nın Tanrılar vadisindeki mücadeleleri gibi karmaşık olsa da.
“Reformasyon, aslında Hristiyan bireyi Kilise ve din adamlarının otoritesinden kurtarırken, onu metafizik bir boşlukta bırakıvermiştir. Çünkü kilisenin kurtarıcı/şefaatçi fonksiyonunu ortadan kaldırmıştır. Bu bir metafizik anlam kaybına/boşluğuna neden olmuştur.”(s.37) Süleyman Eryiğit aslında bu ifadelerle Hristiyan dünyasında akide değişimi yaşandığı faiz gibi bazı yasaklara cevaz verildiğini insanların bu akide değişimine adaptasyonunu da John Calvin’in “çok ve disiplinli, durmaksızın çalışmak üretmek ama üretilen bu servete ve haz unsurlarına asla ilişmemek; hayatın tam göbeğinde ama dünyadan el etek çekerek- yaşamayı başarmanın kurtulmuş olduğuna dair Tanrı’sal bir işaret, bir belirti olacağı” (s.37) yorumu ile kapatılmaya çalışıldığını düşünmektedir.
“Önce Rönesans’ın açtığı, ardından Reformasyon’un tesviye ettiği bu yol, Aydınlanma ve Endüstri devrimine çıkacak; aklın ve zekanın kullanımıyla elde edilen başarılar, önce Avrupa’da sonra ise tüm dünyada, sadece Hristiyanlığa değil, tüm dinlere sırtını dönen ve hatta meydan okuyan bir entelektüel zümrenin oluşmasına neden olacaktır.” (s.38) İşte kapitalizmi hazırlayıp oluşturan bu değişimin temelinde “Tanrı’yı ve dolayısıyla dini yok sayan bir metafizik inşası” (s.38) mevcuttur.Kapitalizm’in temelinde sömürgecilik yoluyla masum savunmasız insanların ve milletlerin kanlarıyla beslenme,paganizm her şeyi tanrı görme, Hristiyan teolojisinde meydana gelen değişim-Faizin helal sayılması gibi- hususlar yer almaktadır. Belki de bu durumu ifade etmek için Alev Alatlı “Müslüman kapitalist olmaz.” diyerek İslam akidelerinde insan eliyle değişimin olmayacağını özetlemiştir.
Süleyman Eryiğit 19. Yüzyıla gelindiğinde bu paganist ve Tanrıyı dışlayan anlayışın temsilcisi olarak Charles Darvin’in Evrim teorisi (s.38) ile Sigmund Freud’un ise Psikanalizim (s.39) ile kapitalizmin pagan kültürünü beslemeye devam ettiklerini düşünür.Charles Darvin “canlı hayatın ve insanın herhangi bir yaratıcıya gerek olmadan kendiliğinden oluştuğu” (s.38) düşüncesiyle insanın maymundan evrimle bu şekline kavuştuğu şeklindeki teorisi Tanrı’ya gerek duymayan bir yaratılış önererek Sigmund Freud’un ise “insanın davranışını, süperego olarak tanımladığı (din, devlet, ahlak, toplum vb. gibi) insanı baskılayan güçlerce bilinçaltına itilen cinsel dürtülerin belirlediği” (s.39) gibi insanın davranışlarını cinsel arzularının belirlediğini söyleyerek Tanrı’ya ulaşmak için dini manada ibadet vs. gerek olmadığını savunarak Hristiyanlığın teolojisini hala vahyi şeklinden değiştirmekle meşgul olduklarını göstermektedir.
Sabri F. Ülgener Osmanlı aydını ve toplumunu zihniyet yapısını, Mehmet Genç ise Osmanlı ekonomisinin insani üstün vasıflarını ortaya koyarak Osmanlı Devleti’nin bile-isteye kapitalizmi tercih etmediğini söylemişlerdi, Süleyman Eryiğit ise Hristiyanlığın ahlak ve teolojisinin değişip, pagan bir inanışa evrildiğini, Rönesans’ın sanatta pagan anlayışı Hristiyan sanatına aktardığını, Aydınlanma ile Tanrı’nın inançlardan uzaklaştırılarak Doğa’nın tanrılığının kabul edildiğini, hatta ateist bir teoloji inşa ettiklerini, liberalizm ile de her düşüncenin serbestleştirildiğini ortaya koyarak kapitalizmin gerçekleştiğini ve Müslüman teolojisinin vahye dayanan değişmemiş bir dini medeniyet olduğunu ve kapitalizmi barındırmayacağını söylemektedir. Ancak Süleyman Eryiğit söylemediği halde benin bütün okumalarımdan vardığım sonucu liberal bir kapitalizmden çok İslami bir kapitalizm ile Türk toplumu da sermaye birikimini yakalayıp pozitif bilimlerin ar-ge’sine daha büyük kaynaklar ayırıp sürdürülebilir bir bilimsel araştırma yöntemini yakalayıp sürdürülebilir bir teknoloji üretimi için üniversite sanayi iş birliğini sağlayabilir. Tek yapılacak Batı kapitalizmindeki vahşiliği törpüleyecek olan İslam ahlakı ve diğergamlılığı ile daha hümanist mutedil bir kapitalizm olabilir. Daha çok Yahudi aydınlar vasıtasıyla Yahudi ve Hristiyan teolojisini karması bir teoloji kapitalizmi doğurmuş ancak Hristiyanlar Hz. İsa’nın düşmanı olarak gördükleri Yahudi’ye düşman olarak Hitler eliyle soykırıma uğratmışlardır.
Süleyman Eryiğit’e göre bugün gelinmiş olunan bilimsel ve teknolojik düzeye rağmen “Evrim Teorisi’nin, psikanalizmin ve pozitif bilimin, insanın anlam arayışına cevap verdiğini söylemek mümkün değildir.” (s.56) Bilimsel ve teknolojik bilgilerin bütün gelişmişlik seviyesine rağmenvermiş olduğu cevaplar “varlığın varlığına ve canlı hayatın nasıl başladığına” dair insanın metafizik ihtiyacını karşılamamaktadır. “Metafizik alem bilinemez; ancak ona inanılır. [Metafizik] alemin varlığına dair veriler ise insana iki kaynaktan gelmektedir: Bunlardan ilki, bizzat insanın içi dünyasından gelen veriler, ikincisi ise (…) nakli bilginin (vahyin) konusu olan Tanrı’dan/Allah’tan gelen verilerdir.” (s.64) Yani insan metafizik manasını vahyi verilere göre oluşturur. Bunların bazısını olduğu gibi kabul eder inanır bazısını da vahyi verilerin ışığında yeniden yorumlar ve inanç dünyasını oluşturur.
Süleyman Eryiğit Batılı fikir ve din adamlarının kendi dinlerini parantez içine alma densizliğini gösterdiğini, bu densizliği İslam’ın anti-semitik ayetlerinin şiddet fikri ürettiğini ileri sürerek Kur’an’dan anti-semitik ayetlerin çıkartılmasını, Kur’an metninin azaltılmasını istediklerini ancak “Kur’an Kelamullahtır ve ne değiştirilebilir ne de azaltılabilir.” (s.89) bunun da Kur’an’ın Kelamullah olması ve dolayısıyla Yahudilik ve Hristiyanlık gibi içine insani unsurların karışmamış olması sebebiyle mümkün olmadığını her objektif göz teslim edecektir. Batılı aydınların anti-semitik ayetlerin Kur’an’dan çıkartılmasını istemelerinin sebebi kendi tarihleri boyunca uyguladıkları Yahudi soykırımı suçunu İslam’a yansıtmak istemeleri ve Müslümanları aynı suçu işlemiş göstererek vicdan azabından kurtulmaya çalışmalarıdır. Halbuki İslam hiçbir dönem Yahudi soykırımı üretmemiş ve Hristiyanlar tarafından soykırıma maruz kaldıkları zamanlarda İslam coğrafyalarına sığınmışlardır.
Batılı teolog ve filozofların öngördüğü “Yeni bir dinin ortaya çıkışına uygun bir alan yaratma olasılığını ciddi olarak düşünmek çok önemlidir: Akıl dini. Zira o büyük insan, büyük bilge, RafaelSanchezFerlosio’nun da çok iyi bildiği gibi; ‘tanrılar değişmediği sürece hiçbir şey değişmez.” (s.105) şekilde verili dinin tamamen ortadan kaldırılamamış olduğunu, tanrılar ve tanrı anlayışının değiştirilememiş olduğunu hala insanoğlunun verili dinin ürettiği teoloji ile müşküllerinin devam ettiğini ifade etmektedir Süleyman Eryiğit. Ancak Süleyman Eryiğit’in burada “Yahudi-Hristiyan teolojisi” (s.105) derken kastettiği ayrı ayrı ve hala mevcut olan verili Yahudi teolojisi ve verili Hristiyan teolojisi mi yoksa ABD’de ki “Avanjelik” İsrail’i önceleyen Hristiyan mezhebi mi kastettiği pek net değildir.
Süleyman Eryiğit hala devam eden verili teoloji ile var olan insan problemlerinin çözümü için Batılı teolog ve filozofların çözüm arayışının da devam ettiğini, ancak aydınların hala İslam’ı ve Kur’an’ı “geri kalmış Müslümanlar” ve “haçlı seferlerini hak eden ötekiler” (s.108) olarak gördüğünü, bu yüzden Batılı aydınların İslam üzerinde düşünmediğini yitiğini burada aramadığını halbuki aklına ilk gelmesi gereken yerin “bilim ve teknik, insanın kendisi hakkındaki hakikat arayışının, yani yitiğini arayacağı yerler Batı değil, Batı gibi olmayan yerler olmalıdır. Ve bunların teolojisi ve metafiziği olmalıdır. Buna bağlı olarak doğru yolun bulunması için bakılması gereken alternatif teolojik imkanların başında, belirsiz ve bir tür paganizm olan Uzak Doğu dinleri değil, İslam ve onun vahyi olan Kur’an gelmelidir.” (s.108) olduğunu söylemektedir. Ancak bunu söylerken de Batılı aydın bunu düşünemiyorsa, düşünmüyorsa bunu Batılıya Müslüman entelektüellerin İslam’ı bir başka teoloji ve metafizik olarak anlatma ve önlerine koyma sorumluluğu taşıdıklarını, en fazla da bu anlatım mesuliyetinin Müslüman felsefeci ve kelamcılara düştüğünü de üstüne basarak ifade etmektedir. Bu tanıtım da “Vahiyle birlikte, hem bilimin hem de felsefenin dil, araç ve yöntemleri kullanılarak yapılacak bir faaliyettir.” (s.108)
İskender Öksüz’den uzun aktarımlar yapan Süleyman Eryiğit, Charles Darwin ile bilinir olan Evrim teorisinin aslında Darwin’den beş asır günümüzden yedi asır önce İbn Haldun (d.t.1332-ö.t.1406)’un (s.113), yine Darwin’den (d.t.12 Şubat 1809-ö.t.19 Nisan 1882) yaklaşık yüz yıl önce Erzurumlu İbrahim Hakkı (s.115)’nın(d.t.1703-ö.t.1786) ortaya koyduğunu ayrıca İbnMiskeveyh, Cahız, İhvanı Safa, Nazzam gibi Müslüman düşünür ve grupların tekâmül görüşlerinin olduğunu (s.115) ve bu konular hakkında İbrahim Hakkı’nın “Bu gibi şeylerin din meselelerinden olduğunu sanan kimse dine zarar vermiş olur. Çünkü anlatılan hususların meydana geldiğini aritmetik ve geometri delilleri gösterir.” (s.115) diyerek meselenin dini değil bilimsel bir mesele olduğunu ortaya koyduğunu göstermektedir. Sosyolojik açıdan Evrim teorisinin geçerli olduğunu sosyal hayatın da evrim geçirdiğini savunan HerbertrSpencer’den ilham alan Adolf Hitler Spencer’in Darvin’den aldığı doğal hayattaki seçilim ilkesinden Sosyal Darvinizmi yani ırkçılığı üretmiştir (S.120). Bu durumu gören Darviv yakın arkadaşı ve öğrencisi Thomas Huxley’e “var olma savaşı gerçekten doğada büyük işler başarmıştır ama, toplumun başarısı doğayı taklit etmek değil, ona karşı durmaktır.” (s.120) demek zorunda kalmıştır. Karl Marks veFriedrich Engels de Sosyal Darvinizm’e yani ırkçılığa karşı çıkmışlardır.
Darwin’den beş asır önce Evrim Teorisi ile ilgili görüş belirten İbn Haldun’un hakkında “Biz de tam burada diyoruz ki; Kur’an-ı Kerim’de Evrim Teorisi’ne delil ya da kanıt olacak bir tek ayet dahi yokken; aksine özellikle insanın çok ama çok özel yaratıldığına dair apaçık ayetlerin varlığına rağmen, İbn Haldun gibi bir dehanın, Darwin’den beş asır önce neredeyse onun görüşlerinin aynısını serdetmesini, bir çelişki ve/veya kafa karışıklığı olarak görmeliyiz.” (s.140) diyen Süleyman Eryiğit aynı zamanda Evrim teorisinin okullarda okutulması gerektiğini savunmakta ancak “Kur’an’ın yukarılarda (Mü’minun,23/12-14, Secde,32/7, Hicr, 15/26, Hacc, 22/5, A’raf, 7/11, Sa’d, 34/71,72, Tin, 95/4) işaret edilen apaçık ayetleri karşısında Müslüman bir teistin Evrim teorisi ile olan metafiziksel ilişkisinin, Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu ile ilgilisi olmayacağını söylemek, kanaatimizce biraz zorlama bir yorum olacaktır.” (s.137) diyerek de Evrim teorisini inançla ilgili olmadığı ve Kur’an Vahyinin bu tür düşüncelere (s.136) engel olmadığı için Müslüman bilim adamlarının Evrim teorisi üzerinde çalışmalarının onların imanlarında bir eksikliğe sebep olmayacağını savunmaktadır.
“hal ilmi olan tasavvuf, halini kale dönüştürdüğü anda felsefe yapmaya koyulmuş ve felsefe yapmıştır.” (s.148) İslam’ı sadece yaşayarak göstermek, öğretmek ilmi olan tasavvuf işi söze döküp kelam ile yaşanılanları ya da yaşanılması gerekenleri izaha başlayınca felsefe bilimine dönüşerek hal ilmi olmaktan çıkıp kal ilmi olan felsefeye dönüşmüş, zamanla da hal ilmi yönü terk edilmiştir.
Süleyman Eryiğit’in kullandığı “İslam geleneği” ve “selef” kavramları Ali Bardakoğlu’nun Süleyman Eryiğit’ten yaklaşık on yıl sonra yazdığı “İslam’ı Yeniden Düşünmek” kitabında “Müslümanların tarihi” ve “ikinci yüzyılda yazılmış veri bilgiler içeren Fıkıh ve Kelam kitapları” na dönüşmektedir. Ali Bardakoğlu da Süleyman Eryiğit’in “tarihi dondurarak bugüne aktarmak” (s.144) olarak kavramlaştırdığı durumu “ikinci yüzyıl fıkıh ve kelam kitaplarının satırları arasına sıkışmış zamanın kültürünün geçmişten kültürel olarak kopmuş günümüze aktarılması” olarak ifade edilmektedir. Yani Süleyman Eryiğit ve Ali Bardakoğlu on yıl gibi bir zaman farkı ile ve farklı kavramlar ile de olsa problemin teşhisinde aynı sebepleri tespit etmektedirler.
Süleyman Eryiğit “İnsanın Metafizik Anlam İhtiyacı ve Din” adlı bu kitabında yoğun bir şekilde İslam tasavvufunun fenâ-bekâ, fenâfillah, bekâbillah, tevacüd-vücud-vecd, vahdet-i vücud, ayan-ı sabite, Allah’ın mahiyetinin bilinmesi, varlıkların yaratılması, südur ve füyuz meselesi, peygamberlerin Allah’ın mahiyetini bilip bilemeyeceği, velilerin peygamberlerin bilemediklerini de bildikleri meselelerine cesurca yorumlar getirmiş ve İslam’ın vahyedilmiş şekli olan Kur’an ile indirilmiş İslam’la kıyaslamalar yaparak tasavvuftaki mevcut bazı hususların tasavvufa ait yorumlar olduğunu Allah’ın vahyettiği İslam dininde bu hususların yer almadığını ifade etmiştir. Bütün bu sorgulamalardan sonra “tasavvuf metafiziği metafizik anlam ve soru dünyamıza çok şey katmış ancak soruları azaltmak yerine çoğaltmıştır.” (s.165) diyen Süleyman Eryiğit nihayetinde tasavvufun bilgi birikimini felsefi dil ve imkanları kullanarak bilgi verisine döndürdüğünü ifade eder. Felsefi dil ve imkanları kullanması tasavvufi bilginin mistik bir felsefi bilgi birikimi olarak adlandırılmasına ne den olur ki “felsefe ne kadar gerekli ise felsefeleşmiş “mistik felsefi bilgi birikimi” bilgi de o kadar gerekli gibidir. Ancak felsefe için nasıl bir miyara ihtiyacımız varsa, tasavvuf felsefesi için de bir miyara ihtiyacımın olacaktır. Bu miyar ise hiç şüphesiz Kur’an-ı Kerim olacaktır.”
Süleyman Eryiğit’e göre ilk devir kelam ilmi daha çok yabancı alimlerle özellikle de Hristiyan alimlerle karşılaşmanın neticesinde onların getirdiği İslam eleştirilerine cevap mahiyetinde geliştiği ancak günümüzde Sanayi ve Dijital devrimlerin değiştirdiği bir dünyada dün bilinmez olanlar bugün bilginin konusu ahaline geldiği için yeni bir kelam ilmine ihtiyaç vardır. Mukaddimin kelamı klasik mantık ve felsefeden uzak durmuş, özü Kur’an’da bulunan bir akılcılık ile İslamî ilkeleri temellendirerek İslami mantık ve usul ilmini geliştirmiştir. Mukaddimin kelamı felsefi bir metafizik olmaktan ziyade bir usûlü’d-din ilmidir. Ve mukaddimin dönemi Eş’ariyye’deGazzali, Maturiyye’deEbü’l Muin en-Nesefi ile sona ermiştir.
Süleyman Eryiğit göre “Ne Müslümanlar İran ve Türkistan’a ulaştıklarında ne de Batı’da Endülüs’e ayak bastıklarında karşılaştıkları birikim, kültür ya da yaşama biçimleri, İslam Geleneği’ni geriletecek ya da bozacak etkiler yapmadılar.” (s.178) ve “Ne Yunan felsefesi, ne İran İlahiyatı veya Hint arifane bilgisi, İslam geleneğini bozamıyor; ona ancak iştirak ediyor, İslam geleneğinin akışın katılıyordu.” (s.179) diyerek İslam geleneğinin Sanayi devrimine kadar karşılaştığı bütün muhalif kültürlerin meydan okumalarını yenerek bertaraf ettiğini ifade etmektedir. İhva-ı Safa, Mutezile ve Batınî ekollere mensup felsefelerin de İslam geleneğinin güçlü yapısını bozmak, değiştirmek yerine güçlendirici etki yaptıklarını savunmaktadır.
Süleyman Eryiğit insandaki mevcut tanrı fikrini “İnsanoğlu… yaratılışı/fıtratı gereği, anlam arayan varlık olması nedeniyle, bir yaratıcı Tanrı/Allah iç görüsüne sahiptir.” (s.189) yani insan doğuştan Tanrı’nın varlığını hisseden bir varlık olarak yaratılmıştır. Yine Süleyman Eryiğit yaratılıştan Tanrı fikrine aşina yaratılmış olan insanın “içine doğduğu kültür ortamı bize Tanrı’yla nasıl iletişime ve irtibata geçebileceğimizin yol yordam ve ritiüllerini gösterir.” (s.189) yani mahiyetini bilmediği Tanrı’ya dua ve ibadet etmeyi öğretir. Fakat “Tanrı fikrinin rasyonelleştirilmesi: yani akıl ile O’nun varlığının ve zorunluluğunun temellendirilmesi, insanın daha sonra [aklı ile] gerçekleştirdiği bir şeydir.” (s.189) Akıl ile anlamaya ve kavramaya çalıştığı Tanrı fikrini iç ve dış alemden aldığı bili verileriyle sistemleştirir. Din ve felsefenin Tanrı’nın varlığı ve zorunluluğunu sistemleştirirken kullandığı akıl ile içini doldurduğu yol yordamın adı dini manada kelam iken felsefi disiplin açısından da metafiziktir. Din Tanrı’nın varlığı ve zorunluluğu hakkında ayeti esas alırken felsefi metafizik salt aklı esas alarak yola çıkar.
Süleyman Eryiğit Kur’an’ın İncil ve Tevrat gibi nazil olduğu zamandan çok sonra insan tarafından kaleme alınmış içinde yazarının ve kültürün kalıntıları bulunan bir metin olmadığını, aksine indirildiği an Hz. Muhammed’in arkadaşları tarafından hemen ezberlendiği gibi yazıya da aktarıldığı için hiçbir şahsın ve kültürün tarihsel kalıntı ve etkisinin bulunmadığını (s.198) ancak Hz. Muhammedin doğumu, peygamberliği, tebliği, hayatı ve ölümü tarihi olarak yaşanmış bir gerçeklik olarak Tanrı’nın tarihe müdahalesidir (s.199). “Tanrı’nın/ Allah’ın varlığı ve O’nun mahiyetine dair bizim bilgisine vakıf olamayacağımız gerçeklik asla tarihsel olamaz.” (s.203) “Zaman da tarih de O2nun tarafından yaratılmış; mahluk olan şeylerdir. Zaman O’nun yaratmasıyla varlık sahnesine çıkmış olan bir boyuttur. Mutlak yaratıcı olan Tanrı/Allah, kendi yarattığı ve muhdes/hadis olan bir varlık marifetiyle ne anlaşılabilir ne de kapsanabilir.” (s.203) İslam akaidinin, ibadetlerin haram ve helallerin tarihselliğinden bahsedilemez. İbadetler, Hz. Peygamberin ifa ettiği gibi yapılması gerekir, Allah’ın Kur’an’da sınırlarını belirlediği ahlaki olan değerlerin de tarihselliğinden bahsedilemez, Allah’ın ahlaki olarak belirlediği bir huşu tarih üstüdür ve her devirde öyle olması gerekir (s.210). Helal ve haramlarda da hikmet aranmaz, mesela domuz eti neden haram diye düşünülmez Allah haram kıldığı için haramdır (s.211).
“Kur’an köleliği ortadan kaldırmak amacıyla, köle azat etmeyi teşvik etmiş ve bu eylemi hem ahlaki hem de neredeyse taabudi bir yükümlülük (kefaret) olarak teşvik etmiş, kölesiz toplum inşasını sosyo-ekonomik dengeyi gözeterek tedricen gerçekleştirmeye yönelmiştir.” (s.202) diyen Süleyman Eryiğit’in fikrini destekleyecek başka bir görüş te İslam köleliği kökten yasaklayarak kaldırmamıştır çünkü dünyanın her yerinde kölelik yaygın bir şekilde uygulanıyordu. İslam köleliği kökten yasaklayarak kaldırmayarak dünyanın diğer ülkelerinden İslam ülkelerine satın alma yoluyla gelen kölelerin kefaret yoluyla azad edilerek hürriyetine kavuşmasının yolunu tıkamamıştır. Dünyanın diğer taraflarında yaşayan kölelerin bir gün İslam ülkesine gelerek hürriyetine kavuşma kapısını açık bırakmıştır.
Süleyman Eryiğit Batı’nın emperyalist politikalarının neticesi ortaya çıkan ve kendilerini selef olarak gören ve “Asr-ı Saadet” dönemine yeltenen o dönemden kendine anlam ve semboller üreten “IŞİD, El Kaide, Taliban, Boko Haram veya El Şebap vb.” (s.227) gibi İslam adına hareket eden şiddet örgütlerinin her ne kadar Batı emperyalizmi ile mücadele eder görünselerde Selçuklu, Osmanlı düşmanlıklarının bulunduğunu halbuki Selçuklular zamanında yapılan hizmetlerin esas aldıkları Şafi mezhebine mensup İmam Gazali’nin İslam’ın Selçuklunun gücüyle ayakta kalacağını fark ederek Hanefi olan Selçukluya hizmet etmesiyle mümkün olduğunu görememişlerdir. (Dip Not 3, s.228) Se3lefi olduklarını söyleyip uydurma Türk düşmanlığı yapan hadislere bakarak Türk’e düşmanlık eden bu şiddet yanlısı örgütler yine farkında değiller ki bu davranış ve düşünceleriyle hem Hz. Peygamberi kısıtlamaktadırlar hem de İslam dinini alem şümul bir din olmaktan çıkarıp bir kavmin dar bir alan ve kavme hitap eden yerel bir din haline getirmektedirler. Halbuki Hz. Muhammet Alemlere rahmet olarak gönderilmiş ve İslam kıyamete kadar bütün zamanlara hitap eden evrensel bir dindir. Bütün bu teknolojik gelişmişliğe rağmen İslam’ın tebliğinin gerçek manada Batı’ya ulaşmadığını düşünen Süleyman Eryiğit “Şiddete bulaşmış Müslümanların bu halleriyle diğer insanlara İslam’ın mesajını ve hayrını ulaştırma imkânı bulunmamaktadır.” (s.245) ifadeleriyle tebliğ ile görevli Müslümanları şiddetten uzak durmaya çağırması yanında İslam ülkelerine göç etmiş Müslümanların tebliğine de söz konusu ülke halklarının teveccüh etmediğini İslam tebliğinin etkin ve kabul edilebilir olması için “dünyaya örnek olabilecek bir devlet ve toplum inşası” (Dip Not15, s.245) gerektiğini düşünmektedir.
Süleyman Eryiğit “İnsanın Metafizik Anlam İhtiyacı ve Din” adlı bu kitabıyla Erol Güngör’ün 1980’li yıllarda yazarak tıkanmış olan ve kimsenin el sürmeye cesaret edemediği konulara el attığı “İslam Tasavvufunun Meseleleri” ile “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” adlı kitaplarında ele aldığı konulara daha derinlemesine sanki sosyal bilimci değil de muhitin içinden bir ilahiyatçı ve tasavvuf erbabı gibi problemlere el atarak erbabınca anlaşılacak değerlendirmeler yapmıştır.