HANİ bazı filmler vardır. İlk sahnesi kurumuş bir yaprağın rüzgarda uçuşması ile başlar. Sonra yere doğru süzülüşe geçer.
Yönetmen, izleyicide ‘yaprak nereye savruluyor’ merakını daha da arttırmak için kamerayı iyice yaklaştırır. Bu rüzgarda savruluş nerede bitecektir. Yaprak birden kimsenin tahmin etmediği bir yere düşer ve film başlar.
Ülkede ardarda o kadar garip, o kadar karmaşık olaylar yaşanıyor ki; normalinin bile çözülemediği, her gün yeni krizlerle kavgalarla kafaların karıştığı bir ortamda insanlar derin bir açmazın içinde boğuluyor.
Tıpkı o filmin başındaki yaprak gibi. ‘Bu savruluş nereye kadar’ soruları içinde herkes birbirine ‘nereye gidiyoruz’ diyerek endişeli gözlerle bakıyor.
Sırrı çözülemeyen ama her biri, bir tarafın ne olduğunu anlamasa da diğerini suçlama için kullandığı esrarengiz olaylar. Öyle olaylar ki, normal bir ülkenin 30 yılına sığacak ancak bizim 24 saatte yaşayıverdiğimiz.
Ülkenin Cumhurbaşkanı’nın bile Erol Büyükburç’un ölümü için manidar mesajı verdiği bir ortamda insanlar güneşin doğması için bile komplo teorisi üretse ne diyebilirsiniz.
Hemen yakın zamanlara bakalım. Arınç-Gökçek kavgasından teröristlerin adliye baskınınına, savcının şehit edilmesine, saatlerce ülkede elektrik kesilmesine dek insanlar, gerçekten öğrenemedikleri sebepler karşısında teorilere sığınmayıp ne yapsın. Bilinmezliğin girdaplarında boğulup gidiyorlar.
DEVLET BAŞI ÇEKİYOR
Zaten keskin kamplaşmalar ve kavgalarla yorgun ülkeyi şoka sokan olaylar devlet tarafından aydınlatılmak yerine en başta devlet akla durgunluk veren suçlama ve komplo teorileri ile başı çekiyor.
Ne şehit savcının bedeninden çıkan kurşunların her birinin teker teker kime ait olduğu belli, ne adliyeye bu teröristlerin bu kadar rahat nasıl girdiği, ne elektrik kesintilerinin neden olduğu, ne de diğer hiç bir başlık. Ya Suriye’de düşen F-4, veya Reyhanlı’da patlayan bomba. Afyon’da onlarca askerin şehit olduğu patlama. Saymadığımız onlarcası.
Ama herkes haklı. Herkes görevini tam yapmış. Herkese göre diğeri suçlu. Soma’da 301 işçinin hayatını kaybettiği maden faciası gibi.
Şimdi moda bir söylem daha var. Daima seçimler yaklaşırken kullanılan ucu açık söylenmesi en kolay argüman:
“Seçimler yaklaşırken düğmeye bastılar”
PARDON !!!
Pardon!!! Türkiye’de ne zaman sakin normal bir ülke gibi sıradan bir ay geçirilebilmiş. Yani, bu analitik gibi görünen ucuz bahane sakince yakın tarihe bakınca ne kadar mesnetsiz açıkça görülüyor.
O düğmeye basma meselesine gelince bizim düğmemize ilk önce bizden başka kimse basmıyor. Ya da basmaya ideal hale getiriyoruz.
Herşeyde bir bahane bir suçlu hazır. Aklıma geldi. Geçen gün Melih Gökçek, Bülent Arınç ile kavgasının ardından ‘fitnelere izin vermeyeceğiz’ diyordu.
Ne siz, ne ben kimse onları birbiri hakkında doldurmadı ki. Sonra çıkıp fitne var demek de işte buna en güzel örnek.
Herşeyi kendi içimizde yapıyoruz. Sonra da bir ülke, bir bahane, bir komplo teorisi ile mağdur edebiyatı.
Elbette her ülkenin aleyhine çalışan gizli yabancı serviler olacaktır. Ama öncelik kendi düğmene sen basmayacaksın. Ya da çok kolay basılır hale getirmeyeceksin.
Bugün Almanya’nın İngiltere’nin düğmeleri yok mu? Var tabii ki ama kimin buna basmaya cesaret edebileceği. Bir anda tek vücut olabilen bir sistem. Peki biz böyle miyiz yoksa on parçaya bölünen ve birbirini yiyen bir sistem miyiz? Ama samimi cevap verin lütfen.
16 TÜRK DEVLETİ
Evet doğrudur her biri gurur timsalidir. Ama bugün her yerde övgü ile bahsettiğimiz tarihteki 16 Türk devletine bakın bakalım kaç tanesi iç kavgalarla yıkılmış.
Şimdi soruyorum; Bu güzel ülkeyi içten içe oymaya, siyasi hırslarla sığ derelerde boğmaya değer mi? Hep söylüyoruz; Eğer bu bir savaşsa bunun kazananı olmaz ve tek kaybedeni bu ülkenin arada sıkışan insanları olur. Bir ülkede bir partide bir kurumda siyaset; töre cinayeti gibi “ya benimsin ya toprağın’ mantığıyla yapılmaz.
Kimilerine göre herşey dört dörtlük gibi görünse de durum parlak değil. Etrafta çok sayıda insan yurtdışına gitmekten bahsediyor. Bu işler maalesef ‘milli iradeden yüzde 50 aldım istediğimi yaparım’ demekle de olmuyor. Geriye kalanın, Arınç’ın dediği gibi ‘Bizden nefret ediyor’ derecesine getirilmesine ne gerek var?
KİMSE BİLMİYOR
Seçimlere kadar biz kendi düğmemize basmaz isek diğer hiç kimse de bunu yapamaz. Ama herkes bir yerden elinden geleni ardına koymaz ise bu savrulan yaprağın nerede duracağını kimse bilmiyor.
Seçimlerden önce de sonra da….
ASIL ÇIKMAZ
Çünkü kimileri bu seçimi başkanlık sistemi için olmazsa olmaz görürken, kimileri de bir partinin alması gereken yüzde 10’u alamazsa olayların önünü alamayacağını söylüyor. Ama iki seçenek de birbiri ile çakışıyor. Yani biri olurken diğeri olmayacak. Peki sonra ne mi olacak?
İşte orası gerçekten karışık. Bakmayın siz ahkam kesenlere. Bu ülkede şu an bir saat sonra ne olacağını bilen kimse yok.
Dediğimiz gibi “ya benimsin ya toprağın’ mantığı da kurtarmayacak… Ülkeler yaprak gibi de yere yumuşakca düşmez. Hele ekonomisi, iç dengeleri, iç barışı dış dünya ile ilişkileri çok kırılgan olanlar….
Türkiye yalnız yorgun ürkek. Arada sıkışmış tek menfaati vatanı olan vatandaşlarından evlatlarından başkası yok. Sakın elini bırakmayın… Nereden kim olursa olsun, varoluşunu biat ettiği adamlara bağlayan o adamların o eli tutmasına izin vermeyin…
Yaprakların düşse de sonraki gelecek baharda yeni tomurcukların umutların habercisi olduğunu unutmayın…
Şimdi kalkıp birileri aynen Atatürk, bayrak dediğimizdeki gibi cevaben hamaset falan filan der. Bu kime göre hamaset ise farketmez sadece gurur duyarız. Çünkü samimidir, gerçeklerimizdir. Ülke iki değil 77 parçaya bölündü. Kamplaştı. Çevresindekilerin sadece duymak istediklerini söylediği liderlerin,
‘Ben yaptım çok iyi oldu’ dediği, farklı düşünene yeni demokrasi kisvesi altında hemen bir yafta yapıştırıldığı bir ülkede kimse bir yere varamaz. Hep söylediğimiz gibi bu savaşın kazananı değil ama tek kaybedeni olur… O da bu halk.
——————
www.enigmaturk.com‘dan alınmıştır